Aslında her şey çok güzel başlamıştı. Kısa bölümler Pazarkaya’nın mevsim öyküleri gibi benliğin farklı kurgularına odaklanıyordu, uzadıkça bölümlemeler değil de bağlantılı kurgular, kurgular arasındaki hafif geçişler ortaya çıkıyordu, mesela anlatıcının bir adı yokken vardı ama nasıl vardı, adı verilmeyen ama Almanya olduğunu bildiğimiz memleketten yine adı verilmeyen ama Türkiye olduğunu bildiğimiz Türkiye’ye dönmeye çalışan adamın adı bir sorgulamayla, çok sert ve net sorularla ortaya çıkıyordu ve huzursuzluk barizdi, “Orhan” adı sökülüp alınıyordu adeta, baştan beri adını bağışlamaktan çekinen anlatıcının söylemekten başka çaresinin kalmadığını, elinin kolunun bağlandığını anlıyorduk. Orhan’ın yolculuğu uzun zamandır beklediği, kendi doğumuna şahit olacakmışçasına heyecanlandığı belliydi: “Ben bu yolculuğu bir sonsuz zaman bekledim. Tansıklar bekledim, Tanrılar bekledim. Doğsunlar içimin derinliklerinden, yaşama el koysunlar, zamanın akışına, mekânın duruşuna. Ben bu yolculuğu, bilerek doğumunu ana rahminde bekleyen gibi bekledim. Doğumunu bilerek, çepeçevre kuşatılmış, doğamayarak.” (s. 5) Kim olduğunu unutmuş, geride bıraktığı Maria’ya pek bir teselli vermemişti Orhan, anı parçalarını belleğine, benliğine oturtmaya çalışmıyordu çünkü silinmişti ne varsa, silindikçe yer açılıyordu, Avrupa’dan uzaklaştıkça doğduğu topraklardan kalan hatıralar canlanıyordu ama yol çok meşakkatliydi, sınıra geldiği zaman sorgulandı ve askere alındığında otomatikleşmeye razı geldi, orada düşünmeye gerek yoktu, benliğini elde etmekten başka işleri vardı, o da bitti. Mevsim öykülerinden çıkmadık henüz, sadece benlik kurmayla değil, bir günü, ânı öyküye tıkıştırmak, her şeyi yerli yerine koymakla da ilgiliydi o öyküler, taşan hiçbir şey yoktu, kalabalık hiç yoktu, Cumalı’nın değindiği “romana öykü yoğunluğunu taşımak” bu öykülerin Orhan’a anlatı olmasıydı adeta. Her şey çok güzel başlamıştı, dil üzerine düşündüğünde semantikten morfolojiye değinmediği, kurguya yedirmediği mevzu yoktu Orhan’ın, geçmişle geleceğin inşasında umutsuzlukla umudun kişilik yaratımındaki etkilerini, hikâyelerin bir araya getirdiği insanın kendini görüşünü anlatıyordu, başına bir iş geliyordu ve umuttan gelecek devşiriyordu, başına başka bir iş geliyordu ve pek de bir şey anımsamadığı hayatından bir umutsuzluk çıkarıyor, yolculuğunu bu umutsuzluğa bağlıyordu belli belirsiz. “Yaşamdan ve dünyadan bir kırık harf bile bilmiyordum.” (s. 15) Beninin kurgusunu hecenin, sözcüğün kurgusuna denkliyordu, örneğin “Nasılsın?” sorusunu olmanın biçimlerinden, biçimlerin dile getirilişinden biliyor, sorunun muhatabından akrabalıkları, arkadaşlıkları, ilişkileri, nihayetinde insanı bulup çıkarıyordu, bütün bunların yanında kendi dilini yaratıyor, hatırlamaya çalıştığı ana dilini kullanırken nasıl yavaşsa anlatı da öyle yavaş yavaş açılıyordu. Numaradan bir doğuştu, Orhan aslında geçmişini hatırlıyordu ama pek anlatmıyordu açıkçası, Maria’yla nerede ve nasıl tanıştığı aradan dereden sızıyordu, elektrik mühendisliği ve çalıştığı kurum da sızıntılardan biriydi, Almanya’nın havası suyu geliyordu sık sık. Parçalı bilinç serbest kalmıştı, Orhan bir ara askerdeki ziyaretleri anlatırken bir anda en yakın dostu Süleyman Yonca’yı ziyaretine zıplıyordu ve bambaşka bir hikâyeye geçiyordu, bu bambaşkalık iyiydi, öne çıkan yaşantıların anıya dönüşüp dönüşmeyeceğini görmemizi sağlıyor ve hoş oyunlara kapı aralıyordu. Mesela Süleyman. Birlikte aynı kurumda çalışmışlar, sonra Süleyman dönmüş ve akıl hastanesine kapatılmış, Orhan’a dünyayı değiştirecek keşfinden bahsediyor. Dünya yeterince tüketildi ve acı çekti, bir doz füzyon reaktörü alsa yıkımlar durmaz, insanlar yarınlara güle oynaya koşmazlar mıydı? Malum, Çin yakın zamanda böyle bir reaktörü hayata geçirdi ve Güneş’i ona katladı, Süleyman da patlatabilir bir tane de güvendiği kimse yok, ajanlar peşinde, bu yüzden formülünü hasta arkadaşlarına kodlamış. Her bir arkadaş formüldeki bir sembole denk geliyor, bu yüzden kişi sayısının hiç değişmemesi lazım. İlerleyen bölümlerde Orhan hastaneye düşünce sembollerden birini yüklenecek de bu harikulade buluş hayata geçmeyecek ne yazık ki, anlatı çoktan şirazeyi kaydırmış olacak. Henüz oraya gelmek istemiyorum çünkü her şey çok güzel başlıyor, Süleyman sadece sembollerin değil, arkadaşlarının da hikâyesi olduğunu ve sembollerle şahsiyetleri birleştirdiğini söylüyor, ziyaret bölümü başlı başına bir mevsim öyküsü. Geride Orhan’ın yaratım süreci devam eder, Süleyman’a formülü emin ellere ulaştıracağını söylediği zaman benliğinin mayasına yalan ve riyanın da katıldığını söyler, her bir ilişki başka niteliklerini ortaya çıkarır. Eve dönüş bunlardan sonradır, annesiyle babasını görmek için bindiği otobüsten gece iner Orhan, bir kente gece başlamanın hüznünden bahsettiği sırada Orhan’la tanışır. Çocukluk hali, geçmişinin somut hali. Bu da olur, birlikte dolanırlar ve ertesi gün Orhan’ı gezdirmeyi kabul eder Orhan, simitlerini daha kolay satabilir böylece. Gün doğar, birlikte dolaşırlarken anarşist bir grubun sinyalcisi yüzünden başı derde girer adamın, karakola götürülür. Babası kendi halinde bir adamdır, birilerine yalvarır da çıkarır oğlunu içeriden. Yine iyidir buralar da Gül bir girer hikâyeye, kurgu mahvolur. Güzel başlangıç yerini sıkıntıya ve baş ağrısına bırakır adeta, ben can çekişe çekişe bitirdim romanı.
Neydi, bir kere kısıtlı bir kapasiteyle ve geniş bir hayal gücüyle bakıyor dünyaya Orhan, kendi olmuş Oulipo da sınırlarıyla, yaratıcılığıyla baştan kuruyor deneyimlerini, sorguluyor, zamanı düşünüyor, insanı hikâyelere yerleştirmeye veya anlatılardan çekip çıkarmaya çalışıyor, anlam arıyor durmadan. Bu çerçeve sabit, şeylerin akışkanlığı bu bakıştan bariz ve güzel, sonra bir anda doldurmalar başlıyor, çerçeve paramparça. Roman orada bitse, Gül ortaya çıkınca sonlansa iyiymiş, sevgi en son eklenirmiş de bir mutlu veya mutsuz finalle yaşamın boyutları tamlanırmış. Öyle olmuyor, Orhan çok acayip işlere giriyor ve memleket meselelerinden değinmediği bir şey kalmıyor. Anarşist diye hapse atılması, sonra tekrar atılması ve tekrar atılması hukuksuzluğun göstergesi de o kadar saçma bir biçimde gerçekleşiyor ki bu, itfaiyeyi çağırası geliyor insanın. Gül’e duyduğu aşk canlanıyor bir anda, meğer bu Gül çocukluğundan beri Orhan’a kesikmiş, adamın Almanya’ya gittiğini öğrenince o da durmamış da peşinden gitmiş, orada okumaya başlamış, bir gün Orhan’ı Maria’yla görünce yıkılmış ama umudunu yitirmemiş, orada göçmenlerin sorunlarını çözmeye çalışarak yaşamış. Klasik anlatıya geçtik artık, Gül o sorunlardan birkaçını uzun uzun anlatacak ve ışıklar bir anda ona vuracak, daha sonra Orhan’ın babasının mütedeyyinliği ortaya çıkacak, dinle ilgili fikirlerini anlatırken ışıklar onda, simit satan Orhan’ın okulla, işle, hayatla ilgili görüşleri için ayrı spotlar lazım, kısacası her karakter bir adım öne çıkıp müthiş fikirlerini dile getirecekler, üstelik tansiyonun yükseldiği anlarda yapacaklar bunu, konuyla ilgili uzun uzun, sayfalarca malumat vermeleri o kadar lüzumlu ki memleket meseleleri anlatılabilsin. Gül’ün müteahhit terörüne uğraması bir başka mesele, Muzaffer nam müteahhit önce eve gelip tehdit ediyor, sonra Gül’ün babasına sokakta meydan dayağı attırıyor ve adamı öldürtüyor, en son evi yaktırıyor ve Gül’ü yıldırmaya çalışıyor ama davasından vazgeçmiyor Gül, Orhan’a da söz verdiriyor, yanan evin yerine yenisini yaptıracaklar. Yaptıramıyorlar çünkü Almanya’ya gidiyorlar, orada yaşayacaklar bir süre ama öncesinde küçük Orhan’ın antik tiyatroların akustiğine dair tiradına şahit oluyoruz. Anlatı acayip yerlere gidiyor, şişiyor, baştaki havasından geriye hiçbir şey kalmıyor. O kadar iyi başlayıp bu kadar kötü ilerleyen ve biten bir metin, bilemiyorum, büyük başarı.
Şiirlerini çok severim, öykülerini daha da çok severim ama Pazarkaya’nın bu romanı, yok yani. Tavsiye etmiyorum.
Cevap yaz