Şenkon’un ilk kitabıdır da kitabın ilk hali değil elimdeki, 1991’de Akademi Kitabevi Öykü Özendirme Ödülü’nü kazanan öyküler ikinci bölümdedir ve ilk hali bu bölümdeki öykülerden mürekkeptir. Herhalde. İlk bölüme uzunca öyküler konmuş, perşembe haricindeki her güne bir öykü yerleştirilmiş. İyi takladır, perşembeye gelene kadar altı günlük/öykülük bir zaman geçer de Şenkon’un gençliğinde kurduğu biçimleri görürüz. Daha da gençliğinde kurduğu biçimler ikinci bölümdedir tabii, daha özdür o öyküler, ilk bölümdekilerden biraz daha gerçekçidirler. Benim “İçinde İçindekiler Vardır” adıyla attığım taklayı Şenkon kendine ithaf ettiği “Körebe” öyküsünde atmış ve öykü görgüsüyle ilgili samimi açıklamalarda bulunan anlatıcısına habercilik vazifesi vermiştir, dört beş yılın kendisini nasıl değiştirdiğini okuruna böyle anlatır. Nasıl değiştirmiştir, mesela “Perşembenin Gelişi” üst başlığını koyduğu bölümde 1965’ten bir fotoğrafla karşılaşırız, çocuğun biri eline aldığı mecmuayı okumaktadır veya okur gibi yapmaktadır. Bu çocuğun Şenkon olduğunu söylemek, ilk öyküdeki çocuğun da Şenkon olduğunu düşünmek isterim, çocukluğun öyküsü zaten fantastiğe yaklaşır da o fotoğrafın da bir büyüsü, gerçeği bükeninden, vardır. “Resim” nam öykü beyaz bir sayfanın başına oturmuş çocuğun siyahla boyadığı göğü gösterir önce, zift gibi bir gece. Yer kahverengidir, evin ışıkları sönüktür ve pek mutluluk taşı(r)maz. Kısa paragraflar ve cümleler resmi, çocuğun durgunluğunu, dalgınlığını aktarır da çalan telefonla bir anda renklenir sayfa, babasının ameliyatı iyi geçmiştir de müjdeyi verir annesi. Çocuk o sevinçle resmin başına oturur yine, beyaz kalemini alarak geceye yıldızlar kondurur, pencereleri sarıya boyar, resmi yaşama döndürür. “Akşamı Getiren Şarkı” kademeli atlamalarla kurulmuş bir sihirli iştir, anlatıcının taştan oyulmuş bir heykelcesine hareketsiz duran, sonra bir anda şarkı söylemeye başlayan kadını izlemesiyle başlar. Bir kademe geri, anlatıcı dostlarının tavsiyesiyle o sahil kasabasına gelmiş, pansiyona yerleşmiştir. Yazı yazmak için aradığı sakin kafayı orada bulmak ister, kasabanın kahvesine gidip sakinlerle tanışır ve kadının hikâyesini dinler. Gülsüm yirmisinde değildir de çağlar kadar yaşlıdır aslında, tam Balıkçı’nın anlattığı olağanüstülüğe aittir. Yeni evlendiği eşini denize uğurlayan, sonra boş sandalın vurduğu kıyıda zamanı durduran Gülsüm şarkı söyleyerek eşini geri getirmeye çalışır, adamın bir gün geri geleceğine inanmıştır. Mevzuyu öğrenen anlatıcı odasına dönüp yazmak ister de tek bir sözcük yazamaz, huzursuz olur. Kadının ortaya çıktığı saatlerde sahile gider, adeta ıstırap olarak eşinin gelmeyeceğini söyler kadına. Defalarca söyler, öykü burada bir yalpalar çünkü bodoslamadan girer lafa anlatıcı, kadın da pek bir babayani konuşur, öykünün pürüzsüz yüzeyinde bir gedik. Kızın gönlünü yavaş yavaş çalar anlatıcı, önce ölümden geçirir, sonra yaşama döndürür ve kucaklaşırlar. Şahane son: Onca zamandan sonra sırılsıklam mavi hırkası ve lacivert beresiyle bir yabancı izlemektedir onları. Anlatıcıya yabancıdır tabii, kız utançla başını çevirir.
“Sevim” kara kuru bir öyküdür, tekboynuzların dünyasından kara gerçekliğe bir çakılıştır. Anlatıcıyla yakın arkadaşı Sevim’in vitrinlere bakarken hissettikleri neşe kısa süre sonra paramparça, mor bir noktaya dönüşecektir. Anlatıcının babası çakacaktır tokadı, annesi patlatacaktır kulağı, kızın Sevim’den uzak durması için ellerinden geleni yapacaklardır da ne kadar boğucu olduklarını fark etmeyeceklerdir. Yılbaşı gecesi birbirlerine aldıkları hediyeleri açarlar, uzun süredir edinmeyi beklediklerine kavuşurlar da şenlendirirler ortamı ama anlatıcının açtığı paketin içinden kırmızı oje ve ruj çıkınca anne patlatır, saçlara asılıp yere çalar, baba çiğner. Kısacık, sıradan. “Kırık Dökük Bir Sevgi” de aynı. Gül’le Seher var bu kez, Seher alımlı ve patavatsız. Babası başka bir kadınla kaçınca annesine etmediği laf kalmaz, biraz orospu olmak lazım gelmektedir ki erkekler elde tutulabilsin. Nefretle doludur Seher, arkadaşının çabalarıyla demir kabuğu biraz çatlar ama işler Gül için yolunda gitmeyecektir, çok sevdiği Seher’in tuhaf erkekler ve kadınlarla arkadaşlığına şahit oldukça üzülür. En sonunda Seher’in annesi kapıya gelir, kızının orada olup olmadığını sorar. Bir ay sonra erotik dergilerden birinin kapağındadır Seher, evden kaçmadan önce tanıştığı Serpil’le bum çiki bum yapmaktadırlar. “Dönüş”le bu koyu dramdan çıkalım artık, insanın klasik çizgiyi takip ederken sıktığı canını eğleyelim, atölye öykülerinden uzaklaşalım. Şu sıkılan can meselesinde Sedat “Abi” Demir’in söylediğini aktarmak isterim, öyküyü anlatırken canımın sıkılmasına karşılık: “Hayır, şimdi kitap kötü diyelim, bu adam sonuna kadar okuyor. Sabrediyor, ben işi anlayınca bırakıyorum okumayı.” Abi olumsuz eleştiri için nüve lazım, done lazım, veri lazım, “Aha yaşadık!” diyerek okuyorum bunları ben. Evet, Tamer beş yıl önce çıkıp gitmiştir çünkü bir bar şarkıcısına âşık olmuştur. Ana uyarır, baba kulak çeker de laf söz dinlemez Tamer, çocukluğundan itibaren sözden çıkmayan oğlana ne olmuştur? İyi bir eğitim hayatı, iyi bir iş, her şey yolunda giderken beş yıl önce ortadan kaybolur Tamer, sevdiği kadınla birlikte şehre gitmiştir. Aile bir süre sonra kadının bıçaklanarak öldürüldüğünü okur gazetede, oh olsun mudur nedir? Tamer çıkıp gelir bir gün, hiçbir şey olmamış gibi de duramayacağından çocukken yediği çorbaya sığınır ve o sıcaklığı yine baba evinde bulur. Kadın düşmanlığına varmaz da öykünün taşıdığı anlamı mutlaka eleştirilmelidir. Genç kadın son sevgilisiyle birlikte gazetelerde görünmüştür ölmeden önce, zengin sofrasında kalkan kadehler kadının imajını iyice bozar, müthiş bir şekilcilik. Çirkin.
“Bolâhenk Sokağı” biçimiyle de iyidir, biçimle nihayet vasatın üzerine çıkan öykülere geldik. Anlatıcımız Arnavut kaldırımlı sokağı gözlemler, seyyar satıcılardan top oynayan çocuklara kadar gördüğü her şeyi hafızasına nakşeder ve eskinin görüntüleriyle yenileri üst üste koyar. Bazı şeyler değişmiştir, bazıları hiç değişmemiştir, iki gerçekliğin çakışmasından ne çıkacağını merak ederiz de boşa, Şenkon yine tek bir çizgide kalıp katmanlardan uzak durur. Adamımız okumaya gittiği yerden döndüğünde tanıdıkları görmeye çalışır, bazılarını görür ve geçmişindeki hikâyeleri tekrar yaşar. Hüzünlü bir sokak, çocukluğun çaresizliğini taşıyor ama yetişkinliğin enerjisiyle bir güzel, gün boyunca izlenesi. İkinci bölüme geldik, “İçine Talaş Doldurulmuş Öykü” yaşamı boyunca baskıya maruz kalmış parlak bir adamın zincirlerini kırmasıdır. Anılarının etrafa saçılmasını, kırılıp parçalanmasını engellemek için hafızasına talaş dökmeye karar verir adam, kaç kilo talaş alır da annesinin yakınmalarına kulak asmaz. Kendi hayatını yaşamaktansa başkalarının kendi hayatını yaşamasına izin vermiştir, hayatında aldığı bütün kararları annesinin almasına izin verdikçe aklı silinmiştir, nihayet kendi istediği bir şeyi yapmaktadır. Tek kişilik dev protesto, neyse ki öykünün sonunda başkalarının da bir şeyleri tuhaf şeylerle doldurmaya başladığını görürüz.
Son olarak “Yeter Pan”. Adına tahammül edebilirsek gerisi başarılı, göz doldurabilir. Küçük bir çocuğun Peter Pan’le konuşması. Çocuk, idolü gibi olamayacağını anlar ve en azından ölümünün ertelenmesini ister. Değişim olağanüstüdür, çocuk büyü, genç olur, adam da olur ama aslında hiç büyümez. Evliliği, çocukları, iş arkadaşları, hiçbiri onun çocuk kaldığını bilmez, bu yüzden de oldukça özgün ve sevilen bir adamdır. Bu da belli bir koşullanmanın ürünüymüş gibi gözüküyor, mesajın iletimi öyle kılçıklı ve doğrudan ki kapı baca sallanıyor adeta, ağır bir şeyi bırakınca çıkan “donk” sesini dinlemek gibi.
Tür bağlamında değil: iyi denemeler. Okunmalı.
Cevap yaz