Ömer Ayhan – Suspiria

Ömer Ayhan’ın gizli hazinesini yağmalamalı. “Mistik Tetanos”la, daha ilk öyküyle sarsıldıktan sonra karar verdim, Ayhan’ın bütün kitaplarını okumalı. Hepsi aynı kıymette olmayabilir, Suspiria‘daki öyküler bile aynı kıymette değil de bir düşüncenin öyküye evrimini görmek yeterli. Ayhan’ın kurmaca görgüsü tuhaflıktan alternatif tarih yazıcılığına dek farklı ögeleri içeriyor, saf zenginlik. İlk öykü, Zeytinlik Dağı’ndan bir sahne. Dağın eteklerinde bir adam konuşuyor, halkı öğretileriyle kurtarmaya çalışırken Yazıcılar ve Ferisiler düşmanca tutumlarıyla ışığını söndürmeye çalışıyorlar adamın. Yıldızlar yollarından sapmış, gökyüzü yerdeki hareketliliğe uyarak olmayacak işler peşinde koşuyor. “Hem dileklerin hem nefeslerin tutulduğu gecede, yıldız kaymalarını tanrısal mucizelere yoruyor halk. Alışılmadık hareketlilik, genç Yahudi’nin bir yalancı değil, gerçekte Tanrı’nın Oğlu olduğuna işarettir olsa olsa. Ne ki, mucizelerin de bir süresi var.” (s. 7) Tanrı işaret fişeğini ateşlediği zaman gözlerini aldığı insanlar bir süreliğine inanıyorlar, sıradanlığa dönmeleri kolay. Muhalifler sürükledikleri kadını İsa’nın önüne getiriyorlar, zina işlerken yakalanan kadın Musa’ya göre taşlanmalı da İsa ne diyecek? İki elçiyi karşı karşıya getirmekten çıkar belli, hikâye bilinen seyrinde sürecekken o ne, Ayhan bir kat daha çıkıyor öyküye. İsa parmağıyla yere bir şey yazıyormuş o sıra, Yuhanna öyle anlatıyor da adamın ne yazdığını anlatmıyor, hikâyenin can alıcı noktasıyla ilgili bir şeydi belki? Bilmiyoruz, akışa dönüyoruz, İsa ilk taşı günahsız olanın atmasını söylüyor, kalabalık dağılıyor. Kadını da günah işlememesini tembihleyerek yolluyor. Yuhanna’nın anlattığı bu, oysa İsa’nın merhameti bu kadını kurtarmayabilir. Gerçeğe daha uygun bir final sunar anlatıcı: İsa tabii ki günahsız olduğunu söyleyecektir, Tanrı’nın Oğlu’ndan şüphe edilmez. Topladığı taşları art arda fırlatır, kadını kan revan içinde bırakır ve yazısını bitirir. Tanrı’dan müthiş performans, YHVH o kadar da geride kalmamış, cezayı keserek hükümranlığının sürdüğünü göstermiştir. İyi, bu öykü üzerine usanmadan konuşulur da ardından gelen “Kalp Kırmanın Dayanılmaz Hafifliği” neden var, yani bu kitaba alınma sebebi nedir, akıl ermez. Anlatıcının adım adım ayrılığa hazırladığı sevgilisine söyleyeceklerini planlaması, süreci titizlikle incelemesi yine bir şeye hazırlar okuru, umutlandırır da o korkunç final mahveder öyküyü. Ters köşe de değil, anlatıcının sırrını ortaya çıkarması, neyi ne yüzden yaptığını söylemesi öyküyü gerzekleştirir, içini boşaltır. Okulda şiddet görmüş, akran zorbalığı yüzünden acımasızlaşmıştır anlatıcı, Hande’yi öylece bırakıp gitmesinin sebebi budur. Öykünün adındaki “hafifliğe” varabilecek yerinde çıkışlar varken yekten bir iniş, kötü. Mesela ardından “Kabil’in Mirası” geliyor, ilk öyküyle bu arka arkaya gelse yine düşünmeyebiliriz öykülerin belli bir konsept etrafında biçimlenmediğini, konuları başka öyküler ağır basabilir de iki öykünün arasındaki koparıyor bağı. Başarısız sıralamadan öyküye geleyim, Ayhan’ın kurduğu atmosferin bir parçasına: “Zamanların sonunda, daha doğrusu kıyametin bir milat olduğunu varsayarsak, yaşamın sona erdiği, bu yüzden insanın kurguladığı zamanın da tası tarağı toplayıp uzamın ucu bucağı yitik koridorlarında dönüşsüz bir kırılmayla yok olduğu, ‘başka’ zamanların içinde(n) geçiyor hikâye.” (s. 15) Efil efil bir Borges havası da belli noktalarda, anlatının tamamına yayılmamış. İşte, dünya kemiklerden ve yıkıntılardan ibaretken alkışlanmaya doymayan Tanrı tekrar aynı adamı gönderiyor dünyaya, Âdem ikinci kez geliyor da öncekinden daha kötü bir durumda dünya, kuma oturup bir şeyler yazmalık halde. Âdem dışarıda zaman harcamıyor pek, göreceğini görüp şaşıracağını şaşırmış, koca otele yürüyor. Kral dairesinde Tanrı’ya dair bir hikmet bulabilir, çıkıyor, o sıra sırıtıyorum ben göndermeler yüzünden. Dairede Havva bekliyor Âdem’i, çırılçıplak, tekrar başlamaları lazım. Ayhan’ın betimlemelerinden de bir örnek sunmalı: “Kıçını dayadığı yatak çarşafı, gümrah saçlarının altında yassılmış yastık, az önce temizlenip vajinasını gülsuyuyla yıkadığı küvet ve o an yeryüzündeki tek kadın olduğu için eşsiz kılınmış güzelliğini seyrettiği harlı aynalardan taşıp Âdem’in kasıklarına kızgın lavlar sokuşturan ten kokusu, arzuyla yabanıllaşan genç kadının bedeninde balkıyan ter damlacıklarıyla en tiz notayı çalıyor.” (s. 17) Meyve ortada duruyor, ısırılmaya hazır da her şeyi mahveden kadının meyvesi mi? Âdem tuzağa düştüğünün farkında, Havva bedeninden doğacak sayısız neslin, Tanrı için sürdüğü katliam topraklarının hayaliyle esrimiş, çatışma kaçınılmaz. Âdem hatırlamanın lanetini düşünüyor, onca yıkım gözünün önündeyken hatırlamaya gerek de yok gerçi, Havva’ysa misyonlarını tamamlamanın peşinde sadece. Noktayı Âdem koyacak ve Havva’nın bir suçunun olmadığını söyledikten sonra tercih edebileceği ihtimallerden birini ortadan kaldıracak. Kabil’den sonra Âdem, sebebi Tanrı’nın onulmaz sanrıları. İnsan kendini nasıl değerli hissedebilir, üstelik kendi suretlerini yok eden bir Tanrı’nın nihil ironisi. Bu öyküyü de yarım saat konuşursak iki öyküye bir saat ayırmış olacağız ki az, daha da kaç öykü var kitapta.

“Köleler ve Efendiler” mitle modern yaşamın tokuştuğu ilginç bir öykü, ardından gelen “Balthus’ün Kızları”yla birlikte Ayhan’ın Michel Tournier’ninkileri andıran öykü toplamına koyduğu nokta. Anlatıcı üst katına taşınanlar yüzünden evine doluşacak farelerden korkar da evhamının yersiz olduğunu anlar, kölelik farelerden çok kendisine uygun görülmüştür. Tarih profesörünün kitaplığından yayılan koku Nuh’un gemisini andırmaktadır anlatıcıya, kayıp kitaplar üst kattaki raflara dizilirken zaman çağlar öncesinin söylencelerini ortaya çıkarır, yukarıdan su damlaları akarmış, akıyormuş gibi yaşamaya başlar anlatıcı, banyoya geniş ağızlı kovalar koyar. Profesörün eşine âşık olmasını mitin tarihe zıplama çabası olarak okunabilir mi diye düşünüyorum, aslında Ayhan’ın öykülerinde neyin neyle eşlenebileceğini, eşlenme ihtimallerinin çokluğunu düşününce ve bunları kimseyle konuşamayacağımı bilince huzursuz oldum ama yapacak bir şey yok, hikâyeyi taşıyan formla konuşmak da yetiyor. Yetmek zorunda, başka bir ihtimal olmayınca. Neyse, izolasyon yapılır, yukarıdan aşağıya akış önlenir de aşağıdan yukarıya temas önlenemez, zaten profesörün anlatacağı o kadar çok hikâye vardır ki komşusunu ağırlamaktan keyif alır. Tepedelenli Sacid Paşa’yı anlatırken kendi geleceğini de kurar bir yandan, bu paşa her yıl esir pazarından satın aldığı kızlarla gününü gün eder, yenilerini alacağı zaman eskilerini katlederek yer açar. Habeş diyarından gelenler gözdesidir, Çerkez güzellerinin yüzüne bile bakmaz. Eşinin anlatıcıya meylini kadının korkusuna vermeli belki, nihayetinde gazetelerde birinci sayfadan verilen haber öykünün de sonunu getirir. Bir cümle var sonda, Ayhan’ın bu kitaptaki öykülerinin özeti diye düşünebiliriz. Damlaların bıraktığı izler kalmıştır tavanda, aslında hikâyeden geriye kalanlar tavanda bir örüntü oluşturmuştur: “Düşünüyorum da, tavanıma sanat tarihi perspektifiyle yaklaşılsa, bu içler acısı tabloya simgeciliğin anıtsal doruğu denebilir.” (s. 25)

“Suspiria” yatılı öğrenciliğin gizemli, cinai bir anlatımıdır, sanata sepete ucundan bulaşmış gençlerin kaskatı ve kapalı bir dünyada var olma çabalarıdır, filmlerden şarkılara ne varsa kullanılarak renklendirilmeye çalışılan can sıkıcı bir boşluğun uğultusudur, daha da neler nelerdir, en başta okunası bir metindir tabii. Biçimsel bir iki oyunu da var Ayhan’ın, şiirle ilgili iki öykünün şiire çalması, anlatının türe göre forma sokulması çok doğal, çok profesyonel. Ayhan ne yaptığından çok emin, öyküler öykülüğünden daha da emin, ben de bu öyküleri önüme çıkana önereceğimden eminim. On üç öykü, biri ikisi hariç diğerleri muhakkak okunmalı.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!