Buharîleri çalıştıran mekanizma dişlilerden, çarklardan ve fokur fokur kaynayan sudan ve suyun kaynadığı kazandan oluşmaktadır, Hezarfen Arif Çelebi’nin pek değinmediği, zaten dönemin ilmiyle icat edilemeyecek olan tek gereç yapay zekâdır. “Servomekanizma” türü üfürmeler buharîlerin düşmanı nasıl seçebileceğini iyi kötü temellendirir, Tütüncü’nün kıça koyduğu sözlükte görülebileceği üzere bu kavram, “kendisine verilen talimatlar ve yerine getireceği görev arasında bir karşılaştırma yaparak, yalnız belirli bir etki programını uygulayan mekanizma” anlamına gelmektedir de bu afili işi yapan şey nedir, aksamın arasına yerleştirilen madenî bir parça, döküm, her neyse. Kodlamanın Osmanlı zamanındaki karşılığı, gerçi donanımın yapısı da önemli. “Üç Robot Kuralı” benzeri bir davranış yapısı oluşturmak için kafa patlatan Arif’in bulduğu çözümler tam steampunk işidir, buharı basınca her şey hareket eder, yeterli buhar her şeyi istenen şekilde hareket ettirir. Tek sorun, insan suretinde bir şey icat etmesidir Arif’in, etrafından gelen eleştiriler olmadan da o rüyaları görecekti. Malum, Osmanlı’da rüyalar pek mühimdir, padişahlar rüya tabirinde mahir insanları etraflarına toplarlar ve kararlarını bu tabirlere göre alırlar, aldıkları olmuştur. Arif ne görür, rüyasında buharîlerden müteşekkil bir ordunun yaklaştığı köyde insan kalmamıştır, o iki metrelik canavarlardan korkan ahali kirişi kırmış, geriye kalan tek adam Arif’i uyarmayı görev bilmiştir: Ordunun karşısına çıkılmamalıdır, ne yapacağı belli olmaz. Bir süre sonra olacaktır, Arif kazanı cortlamış bir buharîye rastlayınca yardım eder, kazana su doldurur ve aletin kaskatı kesilmesini engeller. Buharî temin eder ki arkadaşları Arif’e hiçbir şey yapmayacaktır, aslında yeterli münasebet kurulduğu zaman kimse kimseye bir şey yapmayacaktır, bu yüzden rap rap yürüyen, içlerinden gelen ışıkla aydınlanan makine ordusunun yanına giderler, buharîler gerçekten de hiçbir şey yapmaz, hele Arif’in zor durumdaki buharîyi kurtardığını öğrendikten sonra. Yine de sorunlar bitmez ama ikisi ön plandadır, ilki yeniçerilerin tepkileri. Savaşın kanla, imanla kazanılacağını düşünen bu elit askerlerin yanında savaşanlar ölmek, durmak bilmez, haliyle herhangi bir tatmine yol açmaz. Ne için savaşıldığının sorgusu bir yana, Rüzgârendiş Padişah IV. Fırat’ın çıktığı seferde bu aletlerin ettiği başka bir sorundur ordu için, insanlık içinse dikkate değer bir noktadır. Herkes birbirini keserken buharî bölüğü savaşa dahil olur, Megafonlu Mustafa Paşa’nın upgrade edilmiş tertibatı sayesinde fısıltıyla verdiği emirler kükremeye dönüşür de hem düşmanı korkutur hem de buharîleri harekete geçirir. O da nesi, başta önüne çıkanı ezip geçen bölük hemen durur, saldırıları savuşturmak ve esir aldığı askerleri cephe arkasına getirmekle yetinir. Ölümcül olmayan darbelerden başka bir saldırıyı benimsemezler, insanların birbirlerini katletmelerinden razı değildirler. Arif’in uzun malumatı özgür iradeden ruh meselesine dek uzanır, yapay zekâyla insan arasındaki ilişkiyi açıklar. Arif buharîleri savaşta durmaları için programlamamıştır, şudur olay: “Bu dervişlerden bir tanesine sorduğumu hatırlıyorum, ‘Dolaşması, devretmesi esnasında ruhun buharî bedenine uğradığı da olur mu?’ ‘Elbette,’ dediydi, ‘buharî bedenine de uğrar, kötü şeyler yaparsa hayvan bedenine de uğrar, çok kötü şeyler yaparsa madenler âlemine dahi düşer. Doğruluktan ayrılmazsa, er geç insan suretini bulur.’” (s. 225) Savaş da rüyadadır, gerçekten daha gerçek olabilir yani, bu yüzden akıl kaçırtıcıdır. Arif’e işe yarar bir şeyler icat etmesi için etrafındaki herkes baskı yapar, kız kardeşi evlenmesi için ısrarcıdır, oysa burnunun dikine gitmekte kararlıdır Arif, çözmek istediği gizemi eşelemekten başka bir şey bilmez, bilmedikçe meselenin giderek çatallanması yüzünden rüyalar görür, kafasını toparlayamamaya başlar, kısacası kendi zamanının ilmi ve bilimi tatmin etmez artık, Arif çok öteye bir yere gidip oraya hapsolmuştur. Birkaç işe yarar icadı vardır tabii, mesela Megafonlu’ya lâkabını veren onun icat ettiği alettir. Paşamız zamanında savaştan savaşa koşmuş, ordusunun en önünde kılıç şakırdatmıştır, efsanevi bir savaşçıdır ama efsunlu değildir, son savaşında aldığı kılıç yaralarıyla sesini kaybetmiştir. Neredeyse, Arif hemen sesi yükselten araç gereç icat ederek Megafonlu’yu emeklilik belasından kurtarır, bu yüzden Megafonlu’nun övgülerine mazhar olur, adamın meclisine girer sık sık. Buharlı küheylan aslında buharîlere varan bir icat olduğu için anılmalı, başta at yapmaya niyetlidir Arif, buhar gücüyle çalışan çok hızlı bir at. Ustalarla çalışır, malzemeleri istediği biçimde yaptırır ve nihayet deneme sürüşüne başlar. At deli gibi koşmaktadır da bir parçası hatalı olduğu için sabahın kör saatinde atla birlikte denize uçar Arif. Eriyik bakırın mucizelerine başvurarak buharî ordusunu ortaya çıkarmayı kafaya takacaktır bir süre sonra, psikolojisi bozulana kadar uğraşır da uğraşır, en sonunda yangınlarda kullanılacak bir tulumba icat etmeye çalışırken yaşamını kaybeder, suret yaratmanın derdini taşıyamaz, rüyalarıyla baş edemez. Babası tabiptir Arif’in, hekim olmaya istidadı olmayan çocuğunu dönemin en ünlü mucidine çırak olarak verir, Arif çalışır ve kendini geliştirir, nihayet devletin büyükleriyle ilişkiler kurar ve mucitbaşı gibi bir şey olur, döneminin bütün teknolojisini ve ustalarının geride bıraktığı kayıtları inceleyerek olmadık makineler yapmaya meyleder. Gerisi tarih. De nasıl tarih, Tütüncü’nün kurduğu eğlenceli dünyaya bakmak başka mevzu.
Metin farklı türlerin bir araya getirilmesiyle oluşmuştur, mesela Rüzgârendiş Padişah IV. Fırat adlı piyesten sahneler sunulur, Megafonlu Mustafa Paşa’yla Arif’in konuşmalarını bu piyesten okuruz. Birey ve Tarih adlı dergiden alınan bölümler IV. Fırat devrinin önemli olaylarını inceleyen yazılarla doludur, ilkinde İstanbullu hezarfenlerin en ünlüleriyle karşılaşır, her birinin ustalığını görür ve sonraki bölümlerde yaşamlarını nasıl kaybettiklerini veya ortadan nasıl kaybolduklarını görürüz. Sünnetçi Şadi, Hezarfen Abuzer Ağa, Hezarfen Fehmi Efendi ve Hezarfen Arif Çelebi kendilerine has kişilikleri ve tuhaf buluşlarıyla metinde yer alırlar. Arif’in hikâyesi uzun uzun verilmiş zaten de Sünnetçi Şadi’ninki metnin bir bölümünü polisiyeye çevirir adeta, bu ele avuca sığmaz adam Saray’ı bir güzel karıştırmış, zaptiyeleri aptal yerine düşürmüştür bir süre. Mevzu basittir, bir şenlik sırasında Şadi havai fişek patlatır, barut ve güdümlü füzeyle uğraşan Şadi’nin bu girişimi padişah dahil çoğu kişinin ilgisini çeker, çünkü çok pahalı ve yapımı zor havai fişekler patır patır patlar ve şehri inletir. Patlamaların olduğu cenahta Şadi’nin yaşadığını bilen zaptiyeler yola koyulurlar, Şadi’yi yakalamak için taktik üzerine taktik geliştirirler. Metindeki yan hikâyeciklerden sadece biridir bu, dönemin yaşantılarına dair pek çok detaya rastlıyoruz, hatta Tanzimat Fermanı’nın üslubuna da rastlıyoruz ki böyle metinlerin şanındandır bu. Hiçbir noktalama işareti yok, fiilimsilerle ve bağlaçlarla bağlanan cümleler bitmek bilmiyor, kalıp haline gelen bölüm koca bir tuğla olarak kafamıza iniyor, güzel.
Padişahla medreseden arkadaş olan Arif’in ne kadar mühim bir şahıs olabileceği belliyken o sonu hak edip etmediği tartışılır. Bilimin kalktığı şah, Arif’i uçuruyor, Arif uçmak istiyor da inmeyi bilmiyor ve onca rüyaya karşın yeni icatlar yaratmaya devam ediyor ve tükeniyor en sonunda. İcatları uzun yıllar yaşayacak, II. Erdal’ın zamanında koca bardakların okyanusa daldırılmasıyla oluşacak dalgalar düşman gemilerini haşat edecek mesela. Bunu uydurdum ama olsa olurmuş, müthiş zengin bir metin. Tütüncü aşağı yukarı yirmi yıldır hiçbir şey yazmıyor, kötü ediyor bence. Kesinlikle okunması gereken bir yazar.
Cevap yaz