Ceyhun’un arka kapakta söylediği şeye tüm kalbimle katılıyorum, anlamadığım halde. Anladım da o ney: “(…) Bu iki belitten de, tasım yoluyla, ‘sanat, hedefini iyi belgilediği zaman başarılı olur’ vargısını çıkarırız.” İki belitten kasıt eylem ve sanat. Ceyhun, az gelişmiş ülke sanatının bilgilendirici olması gerektiğini söylüyor, yazarlar toplumu sosyolojik ve ekonomik açıdan tanımak zorunda, aksisi taklitçi, yabancı bir edebiyata varıyor. Öncelikle Ceyhun’un kurmacalarını Ataç’a rahmet okutacak bir dille yazmadığını söylemem lazım, öykülerinde kullanmadığı sözcükleri sanat anlayışını açıklarken kullanma sebebi anlaşılmıyor, amacı özellikle halkı bilgilendirmek olduğu için daha da tuhaf bir durum. İkinci mesele de düşünsel yanını peklediği öyküler çok da başarılı değil. Aşırı didaktik, teatral, bir şey öğretmek için kurgulanan saçma senaryoları andırıyor desem abartmış olmam. “Babanın Saçları”na bakalım, son öykü, upuzun. İki günü anlatıyor, odakta geçim zorluğu çeken bir aile var. İç monologlar, diyaloglar, gözlemcinin araya girerek eylemleri anlatması, çeşit bol. Baba evi boyuyor, çocuklar sokakta top oynuyorlar, anne ev işlerine boğulmuş. Babanın aklında memuriyetten istifa edip ağalardan birinin yanında işe girmek var, ilk gün istifayı basma hayalleri kuruyor. Çocuklardan büyük olanı evlenmek istiyor, herhangi bir kadın olur. Okuyor bir yandan, geceleri gaz lambasının ışığının altında ders çalışıyorlar. Küçük kardeş tehdit ediyor abisini, sigara içtiğini söyleyecekmiş. İkisi de evden basıp gitmek istiyor, abi daha çok istiyor çünkü annesinden nefret ediyor. Annesi de çocuklarını sever gibi görünmüyor, babadan çocuklarını dayak manyağı yapmasını istiyor çünkü işleri güçleri yok, top peşinde koşmaktan başka şey bilmiyorlar. Anneye göre çocuklar bir kez olsun analarının aç olup olmadığını merak etmedikleri, durmadan top oynadıkları için dayak yemeliler. Bu çatışmaların bir temeli yok açıkçası, karakterlerden beklenen ibretlik davranışlar o karakterlerle ilgisiz. Çocuk işte, anasının gıdasını temin etmek için babasını dövsün falan. Saçma, ilk boşluk burada. Babanın ameliyat olması lazım, memurken iş daha kolay olsa da ağadan para kopartabilirse İstanbul’a gidip rahat rahat yaptırabilir ameliyatını. Mekan Adana bu arada ama başka bir yer de olabilir, bir şey değişmez. Malumat yeterli, öykünün geri kalanı betimlemelerden ve ailenin gündelik alışkanlıklarından ibaret. Anneyle baba “karılı herifli” konuşurlar, mütemadiyen açıklama yaparlar ki bu durumda ya ahmak oldukları için birbirlerini basit şeylerle ilgili sürekli bilgilendirmek zorundadırlar ya da okurun ahmaklığını gidermek isterler, çünkü okur yer sofrasını, yoksulluğu, kırsalda neler olup bittiğini bilmez. İkinci boşluk. Küçük oğlan bayramlarda okula astıkları bayraktaki altı oku bilmiş, saymış her birinin anlamını, babası “eferim” çekiyor bir güzel. Bu bölümün lüzumsuzluğu bir yana, okulda ne işi var o okların ve bayrağın ya? Üç. Daha da gider ama kalsın böyle, kitaptaki en kötü öykü budur herhalde. Bir öncesi “Leyla”dır, Arif Damar’a ithaf edilmiştir, iyicedir. Yine gözlemciyle kahramanın anlatımını takip ederiz, anlamı çözmeye çalışırız. İsmail sırtında Leyla’yı taşıyıp bir banka yatırır, yanındaki arkadaşıyla birlikte bir süre oturup dinlenirler. Sabahın erken saatleridir, gelenin gidenin ve parkın betimi yapılır yine uzunundan. Bir çocuk ve bakıcısı yanaşır, çocuk Leyla’nın edep yerini gösterip adamların pipiyi kestiğini söyleyince bakıcı tuhaf tuhaf bakıp kolundan çekiştirir çocuğu, uzaklaşırlar. İsmail iri göğüsleri, kalçaları aklından atmaya çalışır, arkadaşının da benzer şeyleri düşünmesine meydan vermez, sömürüye ve devrime dair anı parçalarını sıraya koymadan aktarır. Hikâye yavaş yavaş oluşmaya başlar böylece, akşam vakti Galata Köprüsü’ne gelip Leyla’yı denize atıverirler. Kadının ölülüğü, bekçilerden kaçan iki adamın işledikleri suç, yine bazı şeyler karanlıktadır da aydınlanması gerekmez, en azından halkına ders vermemiştir bu öyküde Ceyhun. “Turna Kuşu Katlamak” da iyicedir, bir gazete haberinden yola çıkarak yazmış Ceyhun. Hiroşima’ya bomba atıldığı sırada görevi gereği yer altında bulunan bir subayın ülke ülke gezip atom bombasının etkilerini anlatmasıyla dinleyicilerden birinin umursamazlığı bir araya geliyor, paragraflar Japon’un konuşması ve gönülsüz dinleyicinin yaşamını sırayla inceliyor. Yıl 1963, günü bilmiyor anlatıcı/dinleyen, karıştırıyor, havasızlıktan şikayet ediyor, zorla getirmişler konuşmaya. Arada sırada barışı düşünüyor, uçaklarla bombaların bir araya nasıl geldiğini anlamıyor, arada pencereden bakarak kolluk kuvvetlerinin kaba davranışlarını görüyor, dışarıda bile özgürlük yok. Japon’sa o sırada bombanın üç etkisini, sağ kalanları, ölenleri anlatıyor, dinleyicinin pencereyi açıp kaçtığını görmüyor belki.
“Sansaryan Hanı” en iyi öykü olabilecekken bir tuhaflığa kurban gitmiş. Öykünün başlığından dipnot düşmüş Ceyhun, “Patriyot” Hayati Tözün’ün Sansaryan Hanı’na dair söylediklerini olduğu gibi almış. Sıradan bir iş hanı, olayı yokken İngiliz işgal kuvvetleri gelmiş, polis müdüriyetine çevirmişler binayı. Gitmişler, binanın neden yapıldığını hatırlamadıklarından mı, işe yarar bir şeye dönüştüğü için mi, Türkler değiştirmemişler hiçbir şeyi, İstanbul Emniyet-i Umumiye Müdüriyeti olarak kullanmışlar uzun süre. Binanın asıl sahipleri Sansaryanlar tekrardan iş yeri haline getirmeye çalışmışlar gerçi, muhtemelen kimse sallamamış. Patriyot binanın girişinden en üst kata kadar anlatıyor yapıyı, “tabutluklar”ın konduğu küçücük hücrelerde insanın kafayı yememek için akla karayı seçtiğini söylüyor. Öyküye dönelim, anlatıcının sonunun Sansaryan Hanı’na düşmek olduğunu biliyoruz artık, ona göre okuyacağız. Márquez’in taklaları da yok Ceyhun’da parmakla gözümüze soktuğunu dümdüz işleyecek. Anlatıcı DP sempatizanı bir kodaman, sevgilisiyle buluşmak için evden çıkmadan önce ailesinin çürümüşlüğünü anlatıyor. Eşinin de âşığı varmış, bu mevzuları hiç konuşmadıkları için sorun çıkmıyormuş. Kadının babası DP’li bir müteahhidin kızı, “Menderes’in eseri”. Kadın, ailesinin gücüyle adamı durmadan eziyor da adamın da kurbanlığına kanmak zor, belli ki kayınpederin eteğini öpüp gerekeni yapmış, Nişantaşı’nda lüks bir hayat sürüyor. Sokağa çıktığı zaman eylemlerin tam ortasına düştüğünde onca fakirin nereden çıktığını merak ediyor, pis herifler daha önce Nişantaşı’nda görünmezlermiş hiç. Almamalılarmış onları şehre, Pendik’ten geri çevirmek gerekirmiş. Çetin Altan ayaklandırıyormuş bunları, komünistler gemi azıya almış, böyle şeyler. Kâmil Bey’i eylemcilerin arasında görüyor anlatıcı, şaşırıyor. Nişantaşı beyefendisinin ne işi var o baldırı çıplakların arasında? Davalarında haklı olduklarını söylüyor Kâmil Bey, o yüzden aralarına katılmış. Emekçi eyleminde bir patron/burjuva, artık her neyse. Daha da ilginci demokrasinin ülkeye fazla geldiğini, tepedeki bir adamın yine hayt hoyt yönetmesi gerektiğini söylüyor Kâmil Bey, laisizm de kötü etkilemiş ülkeyi. Nietzsche’nin panayırlardan, güruhtan uzaklaşma tavsiyesini bağlamından koparıp eylemlere uyarlıyor falan, nereden baksak tutarsızlık. Neyse, anlatıcı Kâmil Bey’e pek katılmıyor, önlenmesi lazımmış yürüyüşlerin. Önlemeye çalışanların arasına düşene dek kendinden son derece emin, omzuna inen coptan sonra o kadar emin değil. Polislerin neden vurduklarını anlamıyor, çat çut sopa yemeye başladığı zaman iyice şaşırıyor ve emniyetin aracına tıkıldığında aklını kaçıracak gibi oluyor. Onca kokuşmuşun içinde Kâmil Bey ve anlatıcı. Kâmil Bey’den polislere karşı çıkmasını bekliyor adam, beyefendi sinirli sinirli bakmaktan başka bir şey yapmıyor. Sansaryan’a götürülüyorlar, küçücük hücrelere tıkılıyorlar, sorgulama yok. Önce Kâmil Bey’den utanıyor anlatıcı, çıldıracak gibi olduğunda polislere bağırıyor: “Siz kayınpederimin kim olduğunu biliyor musunuz?” Öykünün başında yerin dibine soktuğu adamdan medet umar hale geliyor, döneklikle birlikte öykü de tamamlanıyor.
Ceyhun toplumun nabzını tutarken biraz fazla sıkıyor, azıcık salsa ve uzaktan baksa, öykü üzerine düşünse daha nitelikli bir derleme çıkarmış ortaya. Gibi bir kitap.
Cevap yaz