Akbal’ın bazı yazıları bazı kitaplarında var, iki kitapta da aynı yazılar yer aldığı için kitaplar da aynı kitaplar mı diye baktım, değil, öyleyse bir yayınevinden çıkan kitaplarla başka bir yayınevinden çıkan kitaplar karmakarışık, bir yazı diğerinde de var veya yok, yoksa o kitabı keyifle okuyorum ama varsa o kadar da keyifle okumuyorum, yine de bir yazıyı ikinciye okumak, hele yazı Akbal’ınsa keyif verebilir diyorum çünkü Akbal’ın köşe yazılarını seviyorum, öykülerini de seviyorum ama en çok anılarını seviyorum sanırım, bu yüzden bu kitapta anlattığı anılara değinmek isterim. Anıların dışında dönemin toplumsal, politik olaylarına kısa bakışlar var, iyidir. Akbal müthiş Atatürkçü, perspektifi belli, bilerek okuyunca bir şeyler oturuyor ama bazı şeyler oturmuyor diyelim, o zaman diğer taraftan birini okuyoruz ve ikisini tartıyoruz. Mesela 1960’ların başında tiyatroya başlayan bir oyun yazarının anılarını okudum geçenlerde, millî ve yerli oyunlar yazılabileceğini ispatlamak için yemeden içmeden yazıyor, oyununu Muhsin Ertuğrul’a kabul ettirebilmek için yapmadığı kalıyor, adam mütedeyyin ve haksızlıklara zerre pabuç bırakmadığı için rüşvet vermiyor, vereni sevmiyor, komünistlere sallıyor, Atatürkçülere sallıyor, tiyatro camiasında sallamadığı kimse yok neredeyse. Muhsin Ertuğrul’a salladığı bölümler müthiş, adamın pek dile getirilmeyen yönleri abartılarak, taraflıca anlatılıyor, kafada eleğimiz varsa kalanlardan gerçekte neler olduğunu, Ertuğrul’un kişiliğini anlayabiliyoruz. O başka bir yazının konusu. İlhan Berk’le ilgili yazı iyi, Akbal’a Berk’ten bir mektup gelmiş, geçenlerde yazdığı yazı lehine miymiş yoksa aleyhine miymiş büyük şairin? Çize çize, düşüne düşüne çalışmış Akbal, tutmuş bir de yazı yazmış, önemli miymiş ille övmesi? Akbal arşivleri karıştırmayı seviyor, 1943’ün Servetifünun ciltlerini karıştırırken bir soruşturmaya denk gelmiş, şairlere Türkiye’de şiirden kimlerin anladığı soruluyor. Berk’in cevabı: Nurullah Ataç, Sabahattin Eyüboğlu, Abidin Dino ve Behice Boran. Tarancı’nın anlayıp anlamadığını sormuşlar, Berk anladığını söylese peşinden kırk isim sıralamak gerekeceğini söylemiş. Tamam diyelim, Behice Boran’ın orada işi? Bir dönem şiir yazıları yazmış Boran, Rıfat Ilgaz’ın bir kitabını övmüş, muhtemelen Berk de övgü istediği için ekleyivermiş Boran’ı. Buradan esas meseleye, Atilla Özkırımlı’nın eleştirisine geçiyor Akbal, iki mevzuyu bağlayacak. Özkırımlı’nın iddiasına göre “şiirden anladıkları kuşkulu olan üyelerden oluşmuş bir seçici kurul” seçmiş o yıl Teknenin Ölümü‘nü, Yeditepe Şiir Ödülü’nün jürisinde yer alan Akbal karşılık veriyor ama daha bir yayıyor aslında, şiirden kimin anlayıp kimin anlamadığının nasıl tespit edileceğini soruyor. Berk gibi biri bile Abidin Dino’nun adını vermiş mesela, öyleyse nedir bu? Tekil örnek iyi bir savunma mı, değil ama Akbal’ın değindiği nokta üzerinde düşünmeli. Şiirden anlamak da bir mesele, şu son şair şalalasında tarafların şiirden anlamadıkları, şiir yazmamaları gerektiği söylendi, muazzam okurların bir şeyler üreten insanlara karşı süper temennileri havalarda uçuştu. Edebiyat zaptiyeleri yine iş başında, memlekette herkes birbirine ne yapıp ne yapmamak gerektiğini söyleyebilecek kadar usta, öyleyse arkadaşlar hemen şiiri bıraksınlar ve şemsiye, sadece şemsiye, lütfen şemsiye yapmaya devam etsinler. “Şiiri şiirle ölçmek” işe yarar, Vonnegut’un dediği gibi bir milyon resme baktıktan sonra resimle ilgili isabetli yorumlar yapabilme ihtimali iyidir, hasılı çok okumak neyin ne olduğunu anlamada boş nutukla beyandan çok daha faydalıdır hâlâ.
Aziz Nesin’le iki yazılık bir takışma var, ilginç. Nesin “Son Konuğuma Mektup” adlı bir yazı yazmış, ölümünü anlatıyor. Gelecekmiş bir gün, yalan da söylenemezmiş, öyleyse dürüst olmalıymış Nesin. Çağdaşlarından hiçbirini kıskanmamış çünkü hiçbirini kendinden büyük görmemiş, yine de yaptıkları ve yapamadıklarıyla böbürlenirmiş. Akbal bu “ağlamacası çok, böbürlenmesi daha çok” yazının neden yazıldığını anlayamadığını söylüyor, ne demekmiş çağdaşlarından daha üstün olmak, başka bir şeymiş bu, yirminci yüzyılın diğer yazarlarını görmezden gelmekmiş. İlk yazı kabaca bu. İkinci yazıda Nesin’in Akbal’a gönderdiği, yeni çıkan kitabına düştüğü bir not var: “‘Söz konusu ettiğin yazımı neden o türlü yorumladığını hiç anlayamadım. Çünkü yorumunun tam tersini anlatan tümceler de vardı o yazımda. Bana bir yazarın yazısından herhangi bir parça verin, onu idam sehpasına göndereyim diyeni haklı çıkardın..’” (s. 81) Akbal bu yeni kitabı anlatıyor önce, Geriye Kalan‘ın konusu Markopaşa dönemleri ve Nesin’in ilginç bir alaveresi: Kitabının az satılacağını düşünen Nesin hemen gazetelere ilan veriyor, sözde birisi canına kıyacakken o kitabı okumuş da yaşamaya karar vermiş. Patlama bekliyor Nesin, yaprak kıpırdamıyor. Sonra sonra meşhur oluyor da o güzel işleri yapacak maddi duruma kavuşuyor, vakfı çok yaşasın. Sonlara doğru Akbal altta kalmamak için cevap veriyor, kaçak oynuyor biraz: “Sanatçı da bir ‘kişi’dir, bu geçici dünyanın bir ölümlüsü… Zaman zaman o da etkilenir, ama kendini kaptırmamalı, okurlarını da üzücü, yıpratıcı, güç kırıcı duygulanışlara sürüklememeli. Hele Aziz Nesin gibi daha altmışın dönemecini yeni dönmüş ‘genç’ bir yazar, hiç mi hiç…” (s. 83) Hoş geldin Yazar Murtaza. Hadsizlik olarak göresiyim bunu. Kim ne yazmak isterse yazar, okurlarını bombastik duygulanışlara da sürükler, ağlatır da. Başka bir mevzu da, mesela öyküleriyle bilinen bir yazar var, şiir de yazıyor ve şiirleri dergilerde yayımlanıyor. Şairler rörörö yapıyorlar hemen, otursun oturduğu yerde de öykü yazmaya devam etsin, şiirin alanını kaplamasın. Kaplayabilen niteliğince kaplasın isterim, şairlerin vasat şiirlerindense öykücülerin iyi şiirleri yer alsın dergilerde falan. Aman.
Orhan Veli’nin anlatıldığı bölümle bitireyim. DP iktidara gelince Yaprak‘ta yazılar yazmış Orhan Veli, hepsi sola karşı partilerle demokrasinin aldatmaca olacağını söylemiş. İstanbul Üniversitesi’nden bazı sağcı gençler de bayileri dolaşıp derginin satılmamasını “rica etmişler”. 1950’lerde Demirel ve Erbakan üniversite öğrencileri, gerçi ikisi de İTÜ mezunu ama bu sağcı güruhun içinde yer almışlar mıdır? Akbal ilk okurlarından biriymiş Orhan Veli’nin, ilk destekleyicilerinden, övücülerinden. Akım hakkında en çok yazanlardan biri Akbal’mış, sonra Ataç, Eyüboğlu, Oktay Rifat ve Melih Cevdet geliyormuş. Ataç 1940’ların başında öve öve bitirememiş üç şairi, sonra Orhan Veli’nin ölümünden sonra övgülerine devam etmiş. Aradaki boşluğu sanatçılar arasındaki anlaşmazlıklara, küçük kırgınlıklara bağlıyor Akbal da durumun esasına dair hiçbir şey söylemiyor. Meral Ataç Tolluoğlu’nun anlattıklarından öğreniyoruz, bir gün babasını görmeye gelen Oktay Rifat ve Melih Cevdet dövmüşler adamı, Melih Cevdet tekme atmış da izi cekette duruyormuş, kızarak anlatıyordu Nurullah Ataç’ın kızı. Eleştirmiş mi, ne olmuşsa şairlerin öfkesini üzerine çekmiş Ataç, eleştirdiği tarafından dövülen nadir eleştirmenlerimizden herhalde. Akbal’a döneyim, Orhan Veli’nin ölümünü Ankara Radyosu’ndan, Dıranas’ın ağzından duymuş ve çok üzülmüş. Orhan Veli yaşasaydı şiirinin nereye gideceğini merak ederim, Melih Cevdet şiir anlayışını değiştirip yeni şiirlerinden birini yayımladığında Oktay Rifat’la birlikte rica etmiş, öyle şiirler yazmasınmış Melih Cevdet. Oktay Rifat geç kaldığı için öyle söylemiş, onun da yeni şiirleri hazırmış oysa. Orhan Veli? Çok erken, saçma sapan bir ölüm, edebiyat seyri yarım.
Edip Cansever, Nâzım Hikmet, Salâh Birsel, dönemin sanatçılarından potpurilere rastlayabiliriz her an, Akbal rengârenk bir yazar.
Cevap yaz