Üç bölümden oluşuyor, sondan başlayayım, “Dil-Kültür”. Göktürk’ün dil meselesine yaklaşımı Cevdet Kudret’in, Vedat Günyol’un yaklaşımıyla paralel, örtülü bir biçimde Ercilasun’a ve şürekasına giydiriyor biraz, dilin yenilik anlamında durağan bir süreçte olduğunu kabul etmiyor. Osmanlıcanın sözcüklerini uyandırmaya çalışanlara dokunduruyor, toplumun işlerlik kazandırmadığı, kısacası tutmayan sözcüklerin canlandırılmasını ve kullanıma zorla sokulmasını tasvip etmiyor. II. Abdülhamit’in Arapça sevdasını ilk meclislerden birinde Ahmet Mithat Efendi örneği üzerinden eleştiriyor, memleketin her yerinden gelen vekillerin Türkçesini sarayın kullandığı Osmanlıcaya çevirmeye çalışan Ahmet Mithat bayılmış bir gün, dilde ikilik büyük sıkıntılara yol açmış ama Dil Devrimi bu işi büyük oranda çözmüş, sonrasında da deneme-yanılma yöntemiyle Türkçenin sınırları genişletilmeye çalışılmış, Nurullah Ataç ve Melih Cevdet Anday bu konuda uğraşan iki isim. Neyse, yenileşmenin artık durması gerektiğini, fazlasının zarar olduğunu söyleyenlere karşı çıkıyor Göktürk, dilin zincire vurulamayacağını, genişleyebildiği kadar genişlemesi gerektiğini söylüyor. Böylece geleceğe akan bir süreklilik, birikim olarak kültürün sınırları da genişlemeye daha müsait bir hale gelecek. Atatürk’ün kültür tanımını benimsediğini söylüyor Göktürk, kültürün çağdaş uygarlıkla bir olduğunu, eskiye tapınma anlamının tarihte kaldığını belirtiyor. Aydın kavramının irdelenmesi de konuyu tamamlayıcı bir eylem, aydının herhangi bir eğitim almadan da aydın olabileceğini, diplomanın aydınlık göstergesi olmadığını, topluma bir şeyler veren, kendisiyle birlikte toplumu da ilerletenlerin aydın olarak görülmesi gerektiğini söylüyor Göktürk. Yabancı dil eğitim konusuna da eğiliyor, öğretilen yabancı dilin kültürel derinlik kazandırmayan bir yapıda olmasından ötürü bu tür eğitimlerin faydalı olmadığını anlatıyor. Geçilecek bir ders olarak yabancı dilin öğrenilmesi zor, geçer not alacak kadar çalışan öğrenciler öğrendikleri bilgilerle ne yapabileceklerini bilmiyorlar, bilseler de öncelikleri sınıf geçmek olduğu için uzun vadeli faydalara odaklanamıyorlar, bu yüzden sadece yabancı dil değil, diğer dersler de getirdikleri kültürel zenginlikle değil, verdikleri zahmetle anılıyor. Bizim sistemimiz gerçekten çok kötü ama bu ders olayının çözülmesi için Türkiye’nin topyekun bir değişim geçirmesi lazım, bunu da mümkün görmüyorum ben. Okuldan önce aile, ekonomi gibi ayar çekilmesi, düzeltilmesi gereken pek çok şey var.
“Çeviri Sorunları” ikinci bölüm. Hermes’ten “hermeneuein”e, bir olguyu anlatmaya, oradan “hermeneutik”e, anlama-yorumlama edimine geçiyoruz. Gadamer’den bir alıntı, çevirinin anlamı aktarma sanatı olduğuna dair. Çeviri bir dili başka bir dilde anlaşılır kılma işi, başka bir dilin okuruna esas dilin anlamını ulaştırmaya çalışma çabası. Göktürk’e göre dil okullarında, üniversitelerde ilgili bölümler bu işin en temel kısımlarını verirken kültürel, anlamsal bütünlüğü aktarmak çevirmene düşüyor, öğretil(e)meyen bir şey bu, daha fazla uzmanlık istiyor. Yunus Emre’nin şiirindeki sözcükleri doğrudan aktarmak sözcüklerin taşıdığı sayısız anlamın yok olmasına yol açıyor, eğer hedef dilde anlamların karşılığı yoksa ek bilgi verilmesi lazım veya okurun anlamlara aşina olması gerekiyor, yoksa anlamın aktarılması başarısızlığa uğruyor. Ahmet Haşim’in bir şiirini örnek olarak veriyor Göktürk, Almancaya çevrilen şiirde fonetik, morfolojik farklılıklardan ötürü pek çok incelik ortadan kaybolmuş, kuşa çevrilmiş bir çeviri de şiire hakaret gibi bir şey. Çevrilemez denmesi biraz bundan, aslında okurun kültürel altyapısının da sağlam olması gerekiyor, tabii esas çevirmenin iki farklı kültürü bilmesi lazım, sonuçta sözcüklerden çok daha fazlasının aktarılması lazım. Günter Grass örneği de aydınlatıcı, bir romanında tarihsel anlatım biçimleri, bölgesel ağızlar, masal dili vs. kullanan Grass ve dokuz Grass çevirmeni Frankfurt’ta buluşmuş, metnin nasıl çevrilebileceğine dair konuşmuşlar. İsrail’den, Japonya’dan çevirmenler gelmiş, kültürden kültüre anlamın bozulmadan nasıl aktarılabileceğini tartışmışlar. Doğal bir dil kullanılan metinler kolaylıkla çevrilebiliyor, klasik anlatıları çevirmek nispeten kolay ama yirminci yüzyılın yazınsal dünyasını düşününce bu kolaylığın ortadan kalktığını söylüyor Göktürk. Gündelik dil de kolaylıkla çevrilebiliyor ama anlam belirsizlikleri, okurun yaratacağı anlamlar -tabii kültürel yakınlık devreye giriyor burada- çevrilmesi/ortaya çıkarılması zor ögeler olarak çevirmeni ve okuru zorlayabiliyor. Nevzat Erkmen’in Ulysses çevirisinin macerası ilgi çekiciydi bu açıdan. Joyce nice çevirmeni uykusuz bırakmıştır, sağ olsun. Göktürk bütün çeviri ögelerini derleyip toparlıyor, maddeleştiriyor, modern çeviri akımlarını da değerlendirdikten sonra noktayı koyuyor. Görüşleri şöyle özetlenebilir: “Çevirinin bütün bu değindiğimiz yönlerini gözönünde tutarak, çağdaş çeviri kuramının görevini, yazınsal metni yalnız dilbilimsel açıdan değil, iletişim açısından, göstergebilim açısından temellendirmek; dillerarası bir çeviride bildirinin her boyutuyla aktarılabilmesi için gözetilecek etkenleri, ölçütleri bulgulamak diye özetleyebiliriz.” (s. 147)
En başta Tahsin Yücel’in giriş yazısı var, Göktürk’ün yazın olgusuna geliştirilmiş en çağdaş görüşleri paylaşarak yaklaştığını söylüyor Yücel. Özetliyor ilk bölümü kısaca, metnin okuru ortak yazarmış gibi içine çektiği metinlerden, alımlama ediminin modern metinler için şart olduğunu, okurun pasif kalmaması gerektiğini söylüyor. Göktürk bu konuda Mrs. Dalloway‘i ve Narcissus’un Zencisi‘ni inceliyor, okurun metinlere nasıl katılacağını anlatıyor. Uygulamalı eğitim bu, meselenin esasına gelirsek Charles Dickens’ın bir karakterini öldürmemesi konusunda okurlarından aldığı uyarıları dinlemeyip çocuğu öldürmesinin yanında başka bir romanının karakterini de baskılara dayanamayıp öldürmez. Tefrika halinde yayımlanan romanının devamını okumak isteyen okurlar Boston’daki limanda sıra olurlarmış üstelik, edebiyatın okur üzerindeki etkilerine birkaç örnek. Gerçek okur yazarını, yazarlarını arayıp buluyor, edebiyata dair fikirler oluşturuyor, ardından başka metinlere, daha da başka yazarlara açılıyor ve ömrü boyunca sürecek bir serüvene katılmış oluyor. Bunun eğitimle bir ilgisi yok gerçekten, insanın sanatla doğrudan bağı önemli, hatta okulun bu bağı koparmak için elinden geleni yaptığını söyleyebiliriz. Şahsen birkaç insanı üniversitede edebiyat okumamaya ikna ettim, okumayı çok seven insanlardı, hayatları kurtuldu bence, okumaya mutlu mesut devam edebilirler. Neyse, okurun bir metne aktif olarak katılması konusunda birkaç şey var, yazarla da bağlantılı olarak. Henry Miller sözcüklere değil, sözcüklerin arasındaki boşluklara odaklandığını söylüyor örneğin, sözcüklerin ötesinde olana bakıyor. Bu ayakları yerden kesen bir şey biraz, hoş bir yerde kaybolmak gibi. Yazar okurunu gezdiriyor ama yolu okurun bulmasını istiyor, dolayısıyla beylik fikirler, kalıp kararlar yerine bulmaya niyetli bir zihin lazım okura. “Metin üstüne yürütülecek, şu anlam tutarlı, şu söz tutarsız, şunu söylemek daha iyi olurdu, türünden yargılarla alımlanmaya gelmez yazınsal ileti. Oysa gündelik dildeki her sözcük, her tümce, doğru, yanlış, yerinde, saçma gibi yargılarla irdelenebilir. Bu yargılar da o tümcelerle sözcüklerin, gerçek yaşamdaki kullanmalık değerine dayandırılabilir.” (s. 25) Okur kurmaca bir dünyaya adım attığını bilmeli ve daha da önemlisi bunu kabul etmeli, havalandığını ve kendi değer yargılarını, yaşama dair fikirlerini askıya almalı, zira karşısında ikna edebileceği, değiştirebileceği bir yapı yok. Okuduğu metinlerle boğuşan, metinleri değiştirmeye çalışan okurlar teknik açıdan doğru noktalara işaret ediyor olabilirler ama anlam boyutunda son katmanı da düşünmeden kesin kararlar vermemek gerekir diye düşünüyorum, Latife Tekin’in okurun havalanması gerektiğine dair sözleriyle biraz dalga geçildi ama haklıydı bence, hemen bir çerçeve çizilmemeli, metin belli kalıplara oturtulmamalı. Georg Christoph Lichtenberg kısa kesmiş: “‘Bir kitapla bir kafanın çarpışmasından boş ses çıkarsa, her zaman kitapta mıdır suç?’” (s. 29)
Klasik, Romantik farkı, şiirin dönemlere göre değişimi, pek çok mevzu. Edebiyatla ucundan kıyısından uğraşan herkes Göktürk’ü okumalı.
Cevap yaz