“Bir insan nasıl boydan boya yarıldıktan sonra aynı kişi olarak uyanabilir?” (s. 9) İlk cümle müthiş olasılıkları vadediyor, bu noktadan itibaren gerçeküstülüğe, üste değilse de büyüye gidebiliriz, yol açık, ilk cümle bütün o ihtimal yükünü kaldırıyor da neye dönüyor öykü, yakın zamanda ameliyat olan annenin hikâyesine. Atılan taşla ürken kuş. Anlatıcı kasaba gidiyor, koku çocukluğunda hatırladığı gibi. Çocukluk bahsi sıklıkla geçiyor öykülerde, izlektir. Anlatıcının kemik çorbası yapması lazım annesine, midesinin kalkmasına rağmen kasaba gidişi bu yüzden. Tavuk da alacak, “para verip canlıların kesilmiş bedenlerini satın almak” zül artık, çocukken öyle değilmiş. Sibel de gelmemiş hastaneye, aile değil de arkadaş gibi gelmeye karşı çıkmış. Anlatıcının eski sevgilisi Murat’la gittikleri bir partide tanışmışlar Sibel’le, sonra anlatıcı Murat’ı terk edip Sibel’le yaşamaya başlamış, ailenin bundan haberi yok. Annesini bulmuş Sibel’de anlatıcı, babanın verdikleri bir yere kadar, bu yüzden Sibel’le annesi arasında koşutluk. Takdir görmüyor, erkek olsa aman ne hayırlı evlat olacakmış, kadınlar için bu tarife yok. Sibel’le telefonda konuşması var, böyle şeyler yalnızca öykülerde olur kuzum: “‘Beni annemden kimse kurtaramaz Sibel. Doktor doğumda göbek kordonumu iyi kesememiş olacak, hâlâ ne zaman ucundan çekiverse annemin yanında buluyorum kendimi.’” (s. 14) Yalnızca öykülerde. Bir öykü okuduğumuzun farkındayız, sayfalara baktığımızın, harfleri takip ettiğimizin, Sibel’in ve anlatıcının sadece mürekkepten ibaret olduğunun hep farkındayız. O dünyaya girilmiyor bir türlü, karakterin kendi yaşamını haberleştirmesinden, azıcık da irdelemesinden fazlası yok, anlatıcıya özel bir duygu durumu, o biriciklik, bizi karaktere ikna eden şey eksik. Kitaptaki bir öykü hariç bütün öyküler bu durumdan mustarip. Tuhaf bir orantısızlık da arazlardan biri, annenin kaburgasının art anlamları hoş, üzerinde durulsun da öyküye girişi nedir, anlatıcının ikinci kez annesini kurtardığını söylemesidir, vazife bu. Yıllar önce kestane yiyorlarmış ailecek, babanın gitmesinden az önceymiş, annenin boğazında kestane kalınca anlatıcı sırtına vuruyor annesinin, kaburgasını kırıyor, oradan Sibel’in incecik kaburgalarına, tavuğun kemiğine, en sonunda anlatıcının Sibel’i annesine anlatma fikrine varıyoruz, tuhaf bir yolculuk, denge bozan.
“Yabanperi” bana Cem Karaca’nın “Sen de Başını Alıp Gitme”sini hatırlattı. Şarkının başıyla ortası arasında dünya fark var çünkü Karaca iki şarkıyı birleştirmiş, ilk bölümde gıda teminini kendi başına karşılayan adamın ihaneti görüp alkışı duyduğundan bahsederken ikinci bölümde birinin başını alıp gitmesinden korktuğunu ifade eder, malum. Bu öykü kamyonette başlıyor, mahalleli doluşup pikniğe gidiyor. Komşu çocukları var, yetişkinler var, biberler ve domatesler falan var, bunlardan bahsediliyor, piknik betimleri. Anlatıcının babası evladının ağzının kenarında yağlı, salçalı izlerle gezmesini istemezmiş, sabunlu bezle ağzını yüzünü bir güzel silermiş. İzlere salça bulaşması kötü olurdu gerçekten, hele yağ çıkmak bilmez o izden, dikkat etmeli. Mahalleli pikniğe gitti işte, erkekler mangal yapıyorlar, kadınlar kısırı köfteyi dizdiler, zaten eskiden de kadınlar toplayıcıymış ve erkekler avcıymış, kadınlardan biri söylüyor bunu ve diğer kadınlar kafa sallıyor. Entelektüel bir meşgale. Sonra buradan anlatıcının bir anısına geçiyoruz, annesiyle babası ayrı yatıyorlarmış çünkü bir gece annesi babasını kendi geceliğini giymiş, makyaj yapmış bir şekilde bulmuş, anne ağlamış ama anlatıcının hoşuna gitmiş bu, annesiyle babası bütünleşmiş böylece. Öykünün sonunda da bütünleşiyorlar, baba annenin kucağına koymuş kafasını, başı kadınların, ayakları erkeklerin oturduğu yere uzanır halde”ymiş. Diğer dize de anlatıcı yatıyor, böylece sorunlar çözülmüş oluyor. Benim de gözüm acıyor biraz, parmak girdi de. Esas meseleyi kaçırmıyorum, anlatıcı arkadaşlarıyla birlikte top oynarken top uçup gidiyor, “ucuzluğundan beklenmeyecek bir performans”. Valla mahallenin veletleri olarak birkaç kişi para birleştirip aldığımız o dandik toplar ucuzluktan uçardı zaten, bir top ne kadar ucuzsa o kadar uçar, bilen bilir. Neyse, top gidiyor, anlatıcı topu almaya gidiyor ve o da nesi, tuhaf bir yaratık! bir bacağı kıllı, diğeri kılsız, etekli, memeli, beyaz sakallı. Yabanperi’ymiş adı, aslında anlatıcı çağırmış da gelmiş. Cinsel sembollerinin açıklanmasını yetkili abilere bırakıyorum, bu yandan çarklı peri oradan oraya hızla uçuyor, “Orada! Orada!” diye bağırıyor. Bence şununla bir benzerliği var ama bakalım. Sonra çocuklardan biri anlatıcının bir kız arkadaşını sıkıştırıyor, Yabanperi’nin elindeki taşı alıyor anlatıcı, çocuğun kafasına çotanak diye geçiriyor. Kız durduruyor anlatıcıyı, çocuğun başından kanlar akıyor ve malum sahne, anlatıcı annesinin dizine yatıp mutlu sonla kapatıyor perdeyi. O çocuğun kafasına pansuman bir şey yapsaydınız, çıkacak çıngarı da görseydik, ne oldu acaba?
“Müllerstraße’de Bir Ev” hakkında söyleyecek pek bir şey yok, hayatını kurtarmak için on yedi yaşında Almanya’ya gelin giden Şebnem’in sıradan konulu, sıradan anlatımlı, sıradan öyküsü. “Yarım Saat” yine aynı sıradanlıkta bir öykü, eşi Ahmet’ten ayrılıp sevgilisi Meltem’le birlikte yaşamaya karar veren kadının sorunları. Yalnız tebrik etmek lazım, hikâye boyunca yeni bir yaşam kurmaya hiçbir şekilde razı gelmeyeceği sezdirilen Meltem sona doğru anlatıcının sorduğu soruya olumlu cevap vererek bütün kapıları açıyor, el ele dağ bayır koşmalı bir geleceğe cam çerçeve kırıyor, süper olay. O zaman neden o umutsuzluk, neden öykü boyunca o stres, gerilim, her neyse? Kavuştular, o önemli. Sevenler sevdiklerini söylesinler, mutluluk var ucunda, çekinmeyiniz. Mesajını dank diye kafaya çakan bir öykü, kafanızda dank dunk seslerin yankılanmasını isterseniz buyurun. “Çocukluğumun Evi”yle vasatın üstündeki öykü sayısı ikiye çıkıyor, bunu unutmuşum. Gerçi bir psikoloğun, “Efendim, biraz da o günden bahsedelim, iki yıldır etrafından dolanıyoruz,” diyeceğini sanmam, hele o olay annenin ölümünü ve babanın işlediği cinayeti içeriyorsa. İdeal olanı düşünüyorum gerçi, düşünmemeliyim, öykü bu. Anlatıcı psikoloğa gidiyor işte, meselesini çözmeye çalışırken evini bilişsel haritaya bakarak inşa ediyor, anlatıyor. Evin her bölümüne metinde bir bölüm ayrılmış, güzel bir teknik. Şöyle bir mantık hatası var bu kez, psikoloğun botlarının ederi anlatıcının neredeyse bir aylık kirasına denk, o botları iki yıldır gelip giderek kendisinin aldığını düşünüyor anlatıcı, sonlara doğru da psikoloğunu kandırarak bazı şeylerle yüzleşmekten kaçındığını söylüyor. Silah zoruyla gitmiyorsa, botların kirasına denk olduğunu düşünecek kadar yolsuzsa ilginç bir durum var burada. Evet.
Son olarak “Keramet”ten bahsedeyim, putka ameliyatının parasını biriktirmeye çalışan Keramet tiyatro okuyor, kafede falcılık yapıyor, acı anılarını hatırlıyor bir de. Babası subay, annesi General Hanım, kendisi kadın ama erkek bedeninde. Öylesi katı bir hiyerarşinin içinde nasıl aşağılandığını tahmin edebiliriz, Tetik iyi anlatmış. Sadece anlatıcının hikâyesi yok, falına bakılan bir kızın öldürülmesi yan hikâye. Lubunya ablasına eyleme gideceklerini söylüyor anlatıcı, cinayete tepki, güzel ama öykünün bu şekilde lak diye bitmesi? Tamam diyelim, bu kez atmosferle tamamen uyumsuz lubunca neden? Anlatım açıklayıcı, klasik olduğundan bahsettim zaten, şu videonun dilini kullanıyor, haliyle biraz didaktik. Araya dereye serpiştirilen sözcükler metinde sırıtıyor çünkü o sözcüklerin kullanılacağı bir karakter derinliği, yaşantı, bir şey yok. Lubunyalara son derece uzaktan bakarken -anlatıcının geçmişi, biraz daha derinleşebileceği bölümler bile haber dilinden kurtulamıyor- zümrenin jargonunu ortaya koymak, bilemiyorum.
Şöyle, Tetik’in değindiği konular çok çok çok önemli. Daha çok anlatılmalı bunlar, daha çok sanatçı bu meselelere eğilmeli. De estetik, kurgu zenginliği, öyküyü iyi öykü yapan şeyler çok az bu öykülerde, açıkçası okurluğuna güvendiğim insanlar zorlamadıkça Tetik’in başka bir kitabını okuyacağımı sanmıyorum çünkü umut da vermedi bana bu öyküler. Edebi yönden zayıf, içeriği canavar gibi öyküler. Öyküler.
Cevap yaz