Uykuyu yine zehir ettim çünkü korkuyu boşlamıştım, yetişeyim yavaştan. Ramsey Campbell’dan bir şeyler çevirme isteğini yüzüncü kez başarıyla bertaraf da ettim, iyi bir şey, çeviri yapsam gönlümce okuyamam, kötü bir şey. Neyse, Jacobs’ın öykülerinde iyi bildiğimiz birkaç yazarın metinlerindeki kıvılcımı görebiliriz, bir cümleden öykü veya bir öyküden roman çıkmış adeta. Geleceğiz, sırayla gidiyorum, başta “Maymun Pençesi”. Bay White oğlu Herbert’la satranç oynamaktadır, “yaptığı geri dönülemez hatayı” iş işten geçtikten sonra fark ettiği için genelde yenilmektedir, yine yenilir ve isyan eder, beklediği misafir Morris şehirden gelene kadar upuzun bir zaman beklemek zorundadırlar, medeniyetten uzakta yaşamanın sıkıntısı. Jacobs küçük küçük kodları sıkıştırır araya, şehirden uzaklığı fark ederiz de hata bahsini öykünün sonunda bir yere oturtabiliriz, ikinci kez okumak gereklidir yapıyı tamamen ortaya çıkarmak için. Öyle bodoslamadan da girmez korku ögeleri, önce ortamı görürüz, kimin kiminle ilişkisi, orası neresi, civarda ne var, karakterlerin kişisel özellikleri, böyle şeyler hem gösterilir hem anlatılır. Çok alakasız olacak ama edebiyatımızdaki “Anlatma Gösterciler” akımı bitmek bilmiyor ne yazık ki, Carver’dan veya birilerinden zehri nasıl almışlarsa başka türlüsünün olacağını düşünemiyorlar, ilginç. Umursama böyle şeyleri muhterem kari, müellifliğe niyetin varsa her şeyi dene, kendi çizgini bul yoksa şıp diye tahmin ediliyor hangi atölyeye gittiğin, korkunç bir şey. Evet, Başçavuş Morris’i bekliyorlarmış evde, adamımız Hindistan hikâyelerini anlatması için bekleniyor da maymun pençesi var yanında, asıl onu anlatmalı. Bakınız, sömürgelerden hikâyeleri de sömürüyor bunlar, Howard gibi ırkçı yazarlar Çinlileri korku ögesi olarak kullandılar bir zaman, sarı benizliler tekinsiz karakterler olarak karşımıza çıktı, gücendik çünkü sevdiğimiz bir yazara yakıştıramadık ama bu yakıştıramamayla anakronizme düştük çünkü o zamanlar bu zamanlar değildi, onların zamanının toplum yapısı, şusu busu onların zamanına özgüydü tabii, bizimki bize. Derken yaşlı bir Hint fakirinden haberdar oluyoruz, bu fakir maymun pençesine büyü yapmış, üç farklı kişi üçer dilek dileyebiliyormuş. Morris dilemiş, savmış sırasını, gerginliğini gizleyemediğine göre o pençe pek hoş şeylere yol açmamış. Ateşe atıyor bir süre sonra, öyle şeylerden hayır gelmezmiş de Bay White bir koşu çıkarıyor ateşten, allem kullem edip Morris’ten alıyor pençeyi. Borçlarını kapamak için iki yüz sterlin diliyor, pençenin elinde kımıldandığını hissediyor o an. Zaman geçiyor, Herbert’ın çalıştığı fabrikadan bir adam geliyor, acı haberi veriyor. Şirket tazminat olarak iki yüz sterlin ödemek istiyor, pençe bir yandan verirken diğer yandan alıyor yani. Gerisi tipik, Bayan White acıdan kayışı koparıyor ve oğlunu diriltmesi için eşine yalvarıyor. Tartışıyorlar, Bay White ölünün ölü kalması gerektiğini söylüyor ama nafile, dileğini diledikten bir süre sonra kapıya vurulduğunu duyuyorlar. Bayan White aşağı iniyor, kapıyı tam açacakken Bay White son dileğini diliyor ve oğlunu geldiği yere gönderiyor. Lakin neden Bayan White’ın kendi dilek haklarını kullanmadığını bilmiyoruz, sonuçta üçüncü kişi kendisi olabilirdi. Neyse, Bu öykü bize Hayvan Mezarlığı‘nı anımsatıyor tabii, gömülme yok da pençe var, ölmeden önceyle öldükten sonranın aynı olmadığına dair düşünce tıpkı.
“Üç Kız Kardeş” psikolojik korku, aslında Jacobs’ın çoğu öyküsü böyle. Öcülü öyküsü çok az, o öykülerde de öcülere uzun uzun değinmiyor, karakterlerin davranışları ve düşüncelerine yoğunlaşıyor ki onlar gibi görelim, bulunalım da ödümüz kopsun, merdivenlerden gelen gacırtılar ve köşeyi dönüp kaybolan siluetler aklımızı kaçırtsın. Bu öyküde kız kardeşlerin en büyüğü ölmek üzere, son konuşmasında geri döneceğini ve iki kardeşine öbür tarafa geçişlerinde eşlik edeceğini söylüyor. Sıcak, içten bir abla, yine de öldükten sonra neden korkuluyor ondan? Ölüm kesin bir sınır çünkü, ölenin statüsü, hali, girdisi çıktısı bellidir, bir kere bu dünyayla ilişiği kesildikten, çürüdükten, bir kemikleri kaldıktan sonra dönmemelidir artık, eşiği geçen tekrar belirirse ölümü ortadan kaldırır, insanlar için büyük sorun. İkincisi de mutlaka “kirlenmiştir”, sınır ihlalinden kimse temiz çıkamaz, çok sevdiğimiz bir insan öldükten sonra çok sevdiğimiz insan değildir artık, aynı insan olsa da güven(e)meyiz, bilmediğimiz bir yere gidip dönmüştür. Mesela bir öykü vardı Karanlıkta 33 Yazar derlemesinde, bir şirket ölüleri geri getirmeyi başarıyor, insanlar arasında fikir ayrılıkları çıkıyor da bazı aileler yitirdiklerine kavuşmak istiyorlar. Kavuşuyorlar ama insanların yarısı gittikleri yerde kalmış, birazcık ot gibi yaşıyorlar. Ben o öyküyü okuyalı yirmi yıl olacak, şimdi aklıma gelen şu ki otluğun sebebi ne ola, gerçekten bir şeylerin yolda takılması mı, psikolojik bir rahatsızlık mı yoksa, mesela öte tarafta görülenlerin bıraktığı bir hasar mı? Bilemiyorum, kalan iki kız kardeşten birinin diğerinin parasına göz koyduğunu biliyorum. Geri döneceğini söyleyen ablanın kılığına giren kardeş zavallı kardeşini korkudan öldürür, sonra kendisi de korkudan ölür ama ölü kardeşin gerçekten ortaya çıkıp çıkmadığını bilmeyiz, muallaktadır. Muallakta olan iyidir, korkulacak daha çok şey verir, bilinmeyenin korkusu hiçbir şeye benzemez, mesela bir öcüyü görmektense amorfluğundan, anormalliğinden küçük bir parça görmek daha ürkütücüdür. Dediğimin tam karşılığı değil ama şu sahne müthiş mesela, ağır ağır beliren bir korku. Evet.
“Mezar Ev” türün en iyi örneklerinden biri bence, aynından Howard da yazmıştı. Howard’ınkinde iki arkadaş var, biri kulübesinde kısa süre önce ölmüş bir adamla yardım bekliyor, arkadaşı geldiği zaman yetkililere haber vermek için gidiyor. Gerisi saf korku, Howard aslında kendini mezara kazara sabitleyip korkudan ölen kişili eski bir halk hikâyesini öyküleştirmiş ama o kadar kusursuz bir şekilde yapmış ki bunu, müthiş. Korkulacak her şeyi kullanmış, yeterli algıdan mahrum zihnin bir şeyler uydurmasının sınırı yok, odada bir ölü de varsa. Jacobs kendi üslubunca yorumlamış bu hikâyeyi, hatta Howard’ın Jacobs’tan esinlenme ihtimali de var. Şudur, dört adam handa takılıyorlar, anlattıkları korku hikâyeleri kesmeyince yakınlardaki bir evde gecelemeye karar veriyorlar çünkü içlerinden biri inanmıyor anlatılanlara. O evde birileri ölmüş, duvarlardan sesler geliyormuş, böyle şeyler. Farelerin duvarlarda dolandığını söylüyor içlerinden biri, Lovecraft “Duvarlardaki Fareler”i yazmadan okumuş muydu bu öyküyü? Neyse, eve girerler, biraz dolanırlar, öcülü bir ev nasılsa öyle bir evdir o da. Büyük salonda vakit geçirirler, içlerinden biri koridordan bir ses geldiğini duyar, bir başkası üst kattan ayak sesi geldiğini söyler, birilerinin güldüğünü söyler diğeri. Sonra sırayla uyuyakalır yaşlılar, iki adamdan biri dışarı çıkmaları gerektiğini söyler. İnanmayan da kendinden geçtiğinde tek kalır bu, aslında en cesurlarıdır ama evin içinde azıcık dolaşınca hayal gücü devreye girer, bazı varlıklarca izlendiğini düşünür, oradan oraya koştururken ödümüzü koparır eşşek herif. Sabah olduğunda üç adam uyanırlar, korkulacak pek de bir şey olmadığını söylerler ve çıkışa doğru yürürler, neşeleri yerde yatan ölü arkadaşlarını gördüklerinde kaçar.
Kalan öyküler de aynı tarifedendir, birinde çalınan bir elması geri almaya çalışan Burmalının ortalığa saldığı cin vardır, diğerinde yine “Mezar Ev”dekine benzer bir atmosferde biçimlenen hayalet. Hayalet olmayabilir de, kim bilir? Son öykü bir intikam öyküsüdür, okurun elinden öper. Jacobs’ı okuyan gece rahat uyuyamaz, mesela uykum iyice gelene kadar kafayı yastığa koymam bence ki uyanık kalma sürem kısalsın. Ben korkudan devam ederim bir süre daha, özlemişim.
Cevap yaz