“Yazar olmaktı aslında düşlediğim, gel gelelim elime her kalemi aldığımda kendimi şiirin çağrısına kapılmış halde buluyordum.” (s. 16)
Besbelli otobiyografik ögeler taşıyan bir roman, biçim değil de “sözcük hassasiyeti” diyeceğim bir şekilde şiire de yanaşıyor bazı. Özer metnini “acılı kuşağına” ithaf etmiş, hikâye 12 Eylül’ün umutları, geleceği nasıl paramparça ettiğine odaklı diyeceğim ama metnin ikinci yarısında daha bir ağırlık kazanan bu konudan çok daha fazlası var. Büyüme hikâyesi, Batman’ın bol dumanlı kahveleri, TKP ve sendika ortamı, dönemin resmi. Başta anlatıcının âşık olduğu kadının tasviri, aşkın zaman ötesi varlığı: “Aklı başında biri olarak yazıyorum bunları, çünkü ben, doğumumdan öncesine gittim ve aşkın kara sütünü bir daha emdim, mezarımda da onu emeceğim, kim bilir…” (s. 11) Yedi yıldan sonra omza dokunan bir el kişisel tarihin en ince ayrıntılarını ortaya çıkarabilir, çaya batırılıp lüpletilen bir yiyecek, bir koku, izi kaybolmaya yakın bir duygunun tekrar canlanması. Bölümlerin başlıkları yok ama mekanın değişiminden, anlatıcının verdiği bilgilerden anlıyoruz hangi çağına yolculuk ettiğini, gençlikten yaşlılığa ani geçişler ilk bölümde daha yoğun. Bu da uydurma, Moskova seyahatinden sonra anlatı daha kronolojik olduğu için zamansal dağınıklıkla çizgisel seyir anlatıyı kabaca ikiye bölmeye yeter. İlk bölümde gençlik yılları anlatılıyor, esrar içilen kahvelerin kesif kokusu, esrar tekkeleri sözcüklerle çiziliyor önce, pek konuşmayan Herdemet’in söylediği şarkıyı dinleyip Sasonlu’nun anlatıcıyı götürdüğü çay ocağını seyrediyoruz. Demiryolları işletmesine ait lojmanın mutfağı bir zamanlar anlatıcının yatak odası, İstanbul’daki gecekondu mahalleleri, özellikle Zeytinburnu ve Silivri’ye bağlı Küçük Sinekli köyü genç anlatıcının ilk yazma çalışmalarını yaptığı yerler, tabii yokluğun sıkıntıları da bu çalışmaların yancısı. Gecekondu çocukları cam kırığı, gazoz kapağı gibi ıvır zıvırları toplayıp atölyelere satıyorlar, anlatıcı ilk atlasını bu yolla topladığı paralarla alıyor. Bir arkadaşının dayısının getirdiği atlası görmüş ilk, denizler ve uzak diyarlar hoşuna gidince hemen para biriktirip kendininkini alıyor, Karayip coğrafyasını incelerken “imgelerin imgesi” geliyor gözlerinin önüne. Birkaç yıl sonra tanışacağı kadını o sıra atlasta seziyor, yollarını parmaklarının ucuyla takip ettiği bir adada yaşayan kadın parmağının gölgesinde. Henüz doğmamış olabilir, belki çocuktur, anlatıcıyla karşılaşana kadar büyüyecektir. Büyüsündür, ikisinin yolları kesişene kadar aradaki okyanus aşılmayı beklesindir. Öncesinde Batman bahsi bitmiyor, Sabriko bir hikâye anlatmasını istiyor anlatıcıdan. Batı’dan gelmiş, kitap okuyan, bir şeyler yazan çocukta bir dolu hikâye olsa gerek, çay ocağı kendi hikâye meclisine sahip değil ama yine de iyi anlatıcıların saygıyla dinlendiği bir yer. Yıllara yayılmış hikâyeyi sadece oradakiler değil, okurlar da dinlemeye başlıyorlar. Aralara küçük anlatı parçaları da yerleştirilmiş, anı kesitleri diyebiliriz, mesela gözü dalan anlatıcının feryadı basan annesi hep o kitaplar yüzünden oğlanın kayışı kopardığını söyleyerek dövünmeye başlıyor, sonra baba geliyor ve oğlana bir tane patlatarak kayık gözleri yerine oturtuyor. Otoriter baba oğlanın yapıp ettiklerine karşı çıkıyor, sertliğiyle bir fidanın büyümesini kontrol etmeye çalışıyor ama zamanı gelince oğlunun Küba’ya gitmesi için tarlasını satacak, üstelik gözünü kırpmadan. Oğul eğer Küba’ya gitmezse iflah olmayacağını söyleyince para sorunu çözülüyor, gecenin bir vakti deli gibi dolanan oğlu için babanın yapmayacağı şey yok o an. Bir süre önce “komünist” dediği, yerden yere vurduğu oğluna şefkat duymayı hatırlıyor muhtemelen, annenin ağlayıp sızlamaları da etkilidir bunda.
Toplanmışlar gidiyorlar, cam kırığı toplanan 1966’dan Moskova uçağının kalktığı 1978’e dek okullar bitiyor, yenilerine başlanıyor, anlatıcı partinin gençlik kolunda ve sendikada çalışmaya başlıyor. Yirmi yedi kişi, parti üyelerinin arasında bir milletvekili de var. Yeşilköy’den kalkan uçakta en az bir tane Neruda kitabı var muhtemelen, anlatıcı yirmi bir yaşına gireceği o günlerde Neruda’yı keşfetmiş, öte kıtadaki bağımsızlık mücadelelerini ilgiyle izlemeye başlamış. Moskova’dan sonra Küba’ya gidilecek ama aşkın kök salmasından önce SSCB’ye dair birkaç izlenim bekliyor okuru. Nâzım Hikmet’in mezarı başında huşu, küçük burjuva olma ihtimalinin korkusu, bir de Neruda’nın dizelerinin kulaklarda yarattığı uğultu. Anlatıcının o şiirleri ilk kez okuduğunda hissettikleri ayrı şiir, böyle pik noktalarında imgeler havada uçuşuyor. Anlatıcının o güne dek sevgilisi olmamış ve Neruda okuyor, cebindeki para bir tek yolculuğa yetecek ama Neruda, bir insan âşık olmaya hiç o kadar hazır olmamıştır herhalde. Nitekim SSCB’de karşılaşsaydı biriyle, tanıştığı kadınlardan birine tutulsaydı mesafeyi çok daha kolay aşabilecekti ama Küba’ya gitmek zor, daha da zoru geride neyi bıraktığını bilerek dönmek. Tabii dünya da dönüyor o sırada, dünya sürekli anlatıcıya dönerek ağırlık yapıyor, 1975’te ilk kez tutuklanan anlatıcı 1977’deki katliamdan zar zor kurtuluyor, Moskova’ya gelen Afgan devrimciler ve diğerleri tertiplenen eğlencede eğlenmiyorlar, devrim eğlenceye yüz vermiyor, ciddiyet kırılamıyor bir türlü. Bu yüzden âşık olmamıştır anlatıcı, aşk oraya göre çok uçuk. Babaya da yakın bir coğrafya, adam Bulgaristan’da iyi denecek şartlarda yaşarken komünizme duyduğu nefret yüzünden Türkiye’ye göçmüş, milliyetçi muhtemelen, memur, eli de ağır. Moskova’ya bir tokat indirebilir, anlatıcı huzursuz. Nihayet Moskova’dan Havana’ya giden bir uçağa biniyor, Kazablanka’da aktarma. Çağrışımlar sürüklüyor anlatıyı biraz, filmlerden geçiyoruz, İstanbul’un orta yerinin sinema değil de tiyatro olduğu savıyla karşılaşıyoruz, tabii Brecht’in oyunları yok sahnede. Zamanlar birbirine geçiyor yine, bu geçişmelerin kırdığı gerçeklik parçalarını toplarsak seyri gözden kaçırmayız: “Bu anı çocukluğumdan beri düşlemekteydim, yaşamımın eksik bir parçası olarak. Kendimi Havana José Marti Havaalanı’nda uçağa rampa edilen merdivenin basamaklarında bulduğum andır o.” (s. 54) Parmağın gölgesi, denizlerin ötesi, geçici de olsa küçücük bir adanın onurlu insanlarından olmak. Havana’ya “La Abana” diyorlarmış, Trakya’da da “h”ler söylenmediğine göre dil yakınlığı da var, devrimci kardeşlerle paylaşılanlar bilinenden çok daha fazla.
Gerisi tipik, rüya gibi bir ülkede tanışılan rüya gibi bir kadın, danslar, şenlikler, birlikte geçirilen birkaç gün ve dönüş. Birbirlerine yolladıkları mektuplar bir ay gecikmeyle geliyor, önceleri sıklıkla yazılanlar tavsıyor bir süre sonra, anlatıcının aşkıysa zaman geçtikçe çoğalıyor ve taşıyor, bir gün kavuşacaklar. Kadın beklediğini söylüyor, adam geleceğini söylüyor ve İspanyolca kurslarına başlıyor, Özer’in İspanyolcadan çevirdiği metinleri düşünüyorum. O dönem zar zor kazandığı parayı kursa yatırıyor anlatıcı, sevdiği bir papazdan dersler alıyor ve dilini ilerletiyor, mektupların taşıdığı duygular daha belirgin artık. Niyet daha sarih, anlatıcı defalarca söylüyor ki gelecek kadının yanına, geri dönmeyecek. İşler yolunda gitmiyor ne yazık ki, önce kadınla yakınlaştığı için partililerden hafif bir zılgıt yiyor, sonra Türkiye’deki yaşam giderek zorlaşıyor ve en sonunda 12 Eylül yaşanıyor. Küba yakın arkadaşların bodrumlarına dönüşüyor, anlatıcı saklanmak zorunda. Evine gelen giden yok, sendika ve parti yöneticileri tutuklanmış ama anlatıcının başına bir şey gelmiyor. Küba’ya gidememesini saymazsak.
Otuz yıl sonra, nihayet 2000’li yıllardan geçmişe yolculuktur bu anlatının özeti. Küba, anlatıcı, kadın değişmiştir ama nihayet birbirlerini görebilirler, anlatıcı Küba’nın sokaklarında bir kez daha dolaşır ve aradığı kadını biraz da şansının yardımıyla bulur. Bir iki şefkatli dokunuştan başka bir şey kalmamıştır aşktan, yine de kavuşmanın saadetini yaşarlar. Başka bir yaşamdan ödünç. Gelecek geldiği gibi götürmüştür o aşkı, koru kalmıştır. Yeter o, anlatıcı teselli bulur.
Çok iyi anlatılmış bir aşk hikâyesi, toplumsal ve siyasi arka planla birlikte. Zevkle okunur.
Cevap yaz