Aras Ören oyuncu ve dramaturg, 1969’da Berlin’e yerleştikten sonra Almanca yazdığı şiirleriyle tanınıyor, ödüller alıyor. Metinleri burada AFA, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları ve Everest’ten çıkmış. Pek bileni yok gördüğüm kadarıyla, o halde neden okumayayım, okudum. İlginç bir toplam bu, öyküleri birbirine bağlayan açıklamaları düşünürsek parçalı bir anlatı da diyebiliriz. Ören’in anlatıcısı aslında kendisinin bir nevi personası, yazar kendi yaşamını ve yaz(ama)ma sancılarını anlatmasının yanında esas mevzudan bağımsızmış gibi görünen öykücükleri de anlatıya katıyor, biçimce ilginç sonuçlar doğuyor. Hoş, bununla birlikte anlatıcının dünyayı algılayışı o kadar sıradan, anlatımındaki benzetmeler, psikolojik tahliller o kadar klişe ki yazamamanın derdi okura okuyamama olarak yansıyabilir. Kuru bir hayal gücünün doğurganlığı da pek bir keyif vadetmiyor, anlatıcının yazamamasının belki de en iyisi olduğunu düşündüm ama yazar o adam, bir şeyler yazıp kendini var etmek zorunda. Tamamlamayı başarabildiği iki öykücüğe bakalım, ilki “Kaş’ta Bir Sabah Kahvaltısı”, denize bakan bir evden görülen doğanın tasviriyle başlıyor. Dinginlik, böceklerin çıkardığı sesler, görünmeyenin mucizesi gibi bir şey. Bunaltıcı bir sıcak geliyor, belli, anlatıcının ruhunda uyandırdığı karmakarışık hislerle anlatıcıya haddini bildirecek. Çıldırtan bir mavilik, körfezin sularına karışıp başka sularla birleşmek, huzursuz bir sağalma. “Büyük şehirden, onun devinimlerinden, seslerinden, onun bambaşka zamanından ve imgesinden/imgelerinden kaçtın, burada dinlencedesin. Arınacaksın.” (s. 10) Doğayla uyum sağlamak yeni bir dil öğrenmeye benziyor, anlatıcı hemen öğrenmek istiyor ve Sezer’in elindeki zeytin tabağını masaya bırakmasıyla düşüncelerinden sıyrılıyor, diğer elde domuz ciğeri ezmesi sucuğu var, Orhan’ın önüne koyuveriyor. Orhan önündeki çizimle uğraşıyor, anlatıcı dili öğrenmesi gerektiğini düşünüyor hâlâ. Anke-Sophie elindeki kitabı bırakıp sofraya bakıyor, Sezer’e harika bir insan olduğunu söylüyor. İki mesele: Sezer’e yardım etmiyorlar, bu saçma detaya tutuldum. Bir de bu sahneyi değilse de Kaş’taki o yazlıkta geçirilen günlere dair bir şeyler okudum daha önce, Sezer Duru’nun Hoş Hikâyeler ve Beyaz Gecelere Doğru nam metinlerinde Anke-Sophie’nin adı geçiyor, Kaş da geçiyor sık sık ama Aras Ören’in adının geçtiğinden emin olamadım şimdi, kitapları da sattığım için bakamıyorum. Anke-Sophie’nin getirdiği domuz etinden bahsediliyor muydu, şikayet mi ediyordu Duru? Ören metnini Anke-Sophie’ye ithaf etmiş, sıkıştırayım. Orhan Duru’nun çizdiği balıkları acayip böceklere benzetiyor anlatıcı, masaya oturmuş dört kişinin sessizliğiniyse sözcüklerin bittiği anlamsız boşluklara. Hafızadaki binlerce görüntü yitmiş, çaresizliği betimlemenin imkanı yok. Şeker olmasa yazacak bir şey bulamayacak anlatıcı, evin kedisi sersemlettiği kertenkeleyle oynarken dikkat çekiyor, hayvanı Anke-Sophie’nin önüne bırakınca kadın kendinden geçerek çığlık atmaya başlıyor, o ânın arkaik bir zamanla bütünleşmesi bu anlatıcıya göre. Kimsenin dikkatini çekmeden masadan kalkıyor ve “Kaş’ta Bir Sabah Kahvaltısı” adlı metnini yazmaya gidiyor. Ardından ikinci öykü “Ayna”, bambaşka bir konusu var, anlatıcının aynadaki yansımasıyla ilgili birtakım felsefî çıkarımlarından ibaret. Aklındaki pek çok resme uyduramıyor o görüntüyü anlatıcı, varlığını dışa vurmamış hiç, bir tek sevgilisini yazıp durmuş. “Sonunda da: Onun için bütün harfler bana benziyor, demişti. Uysal ve sevecen görünmeye özen göstererek. Evet, tam böyle konuşmuştu. Hayır, demiştin ona, bütün harfler sana benzemiyor, sen onlarsın, onun için yazdıklarım hep sen oluyorsun.” (s. 19) Tamam, sonra yazar Kaş’ta geçirdiği zamanı hatırlıyor ve tarihi beldenin çarşısında gezinirken gördüğü yüzlerin kendi yüzüne benzediğini fark ediyor, biricikliğini yitirme korkusu. İki öykü incecik bir telle bağlandı, üçüncü öykü yazarın üç kısa bölümlük eylemleri. Yazar öyküyü tamamlıyor ama kendi hayatının kurguları canını sıkıyor, yazar öyküyü tamamlayınca dünyanın daha kâmil göründüğünü ve hep o görüntüyü beklediğini söylüyor, bu düşünceden ötürü de öyküyü bir türlü tamamlayamıyor, kısırdöngü, yazar öyküyü tamamlayamıyor çünkü yazdıklarının hiçbirini beğenmiyor. Öykülerin üç çıkmazı aslında, yazarlığa genelleyemesek de temel problemlerden üçü. Dördüncü öykü “Ressam”, kısacık bir olağanüstülük, yazarın tamamlamayı başardığı öykülerden biri.
“Muhayyel Yakınlıklar”la birlikte upuzun öykülerle karşılaşacağız artık, ilk dört öykü bu uzun öykülerde zaman zaman belirecek, daha da önemlisi bu öyküde anlatıcının aklına gelen bir cümleyi, planladığı bir öykünün ilk cümlesini sonraki öykülerden birinin ilk cümlesi olarak göreceğiz. İç içe geçmiş öyküler yani, karakterlerden bazıları ortak, hayal edilenle gerçek bitişik, girişik, gömüşük? “Ey Aras…” diyecek anlatıcının içindeki ses, “Oturup sabırla yazmaya çalışıyorsun ama başaramıyorsun, bu kaçıncı deneme, bakışların uzayıp giden kâğıtlara kısılmış, yıkadığın bir tabağı tekrar yıkıyorsun, durup dururken sinirleniyorsun, saatler geçip gidiyor, ben durmadan konuşuyorum ve öyküyü ne hale getiriyorum, susayım da bir şeyler yap ama susmak da bilmiyorum bir türlü, can sıkıyorum, upuzun konuşuyorum, malı öykünün üzerine boşaltıyorum, pek de bir numaram yok ama böyle gideyim bir süre, sen çıkış yolunu bulana kadar okurun kafasını şişireyim, yüzeysel acılarını hatırlatayım falan, ne bileyim.” Anlatıcı inliyor, hikâye kahramanları var mesela, elinde bir şey yok değil. İç sesin buna da, başka pek çok şeye de cevabı var ama anlaşıldı sanıyorum, bara geçelim. Anlatıcının takıldığı barın sahibi gelen herkese hayatın çok güzel olduğunu söylüyor, aslında tuhaf bir tip ama biz edebimizi bozmadan, peşin hükme varmadan ve anlatıcının kurduğu dünyayı küçümsemeden devam edelim. Yakın arkadaş Theo da orada, birlikte içiyorlar, birlikte sarhoş oluyorlar ve insanları izliyorlar. Geçip gidenlerin kısa hikâyelerini kuruyor anlatıcı, yüzlere anlatılar konduruyor, jestlerden ve mimiklerden öyküler kurmaya çalışıyor. Gördükleriyle anlatmak istedikleri arasında fark olup olmadığını bilmiyoruz: “Bunları, eğer arkadaşım Theo gerçekten bana söylememişse, yazarlığımı hatırlayıp pekâlâ ben ona yakıştırmış olabilirdim. Bunda sakıncalı bir yan görmüyordum. Hem nasılsa artık o sadece bu hikâyedeki bir kişiydi.” (s. 37) Şimdi bu anlatmak ve göstermek kıyası bana göre yanlış sonuçlara vardırır, sırf ikisinden birine yaslanan metinlerden razıyım ama sürekli açıklanan, anlatılan durumlar ve kişiler bu öyküde pek ilginç değil, anlatıcı herhangi bir yeniliğe de yanaşmıyor pek, haliyle alımlı bir yanı yok bu tür öykülerin. Neyse, yazamadığını anlatan bir yazarın kendisini de katarak yazdığı yaşamı makul, olur öyle şeyler, demek ki bu yoldan yürümeli artık. Tempoyu buluyor anlatıcı, eve gidip o geceyi yazacak. “Rudi’nin Barında Gece Yarısı Yüzleri” aynı minvalde değerlendirilebilir, bu kez anlatıcının tuttuğu not defterindeki kayıtlara bakma şansımız da var. Çağrışımsız, doğrudan notlar. Yazar zaman kırıntılarını topluyor, o bir kırıntı koleksiyoncusu. Anlatılacak bir hikâye bulabilmek için dünyanın öbür ucuna kadar gidebilir. Mesela bu mevzuyu hikâye alıcısı bir karakterle anlatan kaç yazar var bilmiyorum, ben en son Gospodinov’da rastladım. Anlattıkları hikâyelere karşılık para ödeyen anlatıcı için seyahat gerekmiyor, bulunduğu yerde de malzeme toplayabilir. Bu öyküdeki anlatıcının pozu çok çiğ, yazmaktan öte yazarlığıyla böbürlenmenin peşinde sanki, bu bir olmamışlık çünkü bu züppece hallerin üzerine inşa edilen ironik bir anlatım yok mesela, öyküler çıktıkları noktadan bir adım ileri gitmiyor, hep merkezdeyiz. Boğuyor açıkçası.
Bazı buluşlar için okunabilir bu metin, o kadar. Denk gelinirse okunur.
Cevap yaz