Bölümlerin başlangıçları Lermontov’dan dizelerle bezeli, güruha dair eleştirilerle kör kalabalığın bir parçası olmayanın coşkusu, öfkesi, neyse. Ortadan bir yerden başlıyoruz, anlatıcı Ayhan. Zihni dağınıkmış Ayhan’ın, yazdıkları bütüncül değilmiş, her yere esneyebilirmiş, bu yüzden derli toplu bir şeyler yazmasını bekliyorlarmış. Okuduğumuz metne giriş kapısı bu, Ayhan araya dereye ilginç bilgiler sıkıştırması gerektiğini biliyor, muhtemelen editörü demiş ama umursamadığı belli Ayhan’ın, herhangi bir ilginç bilgi vermiyor. Neydir, gergedanların yüz kilometre ötedeki bir geyiğin kakasını sezmesi ve koşup kakayı bulması. Doğru veya yanlış, hangimiz gergedanları tam olarak biliyoruz ki? Neyse, evde Betül ve Can var, Ayhan’ın arkadaşları. Moody Blues’un değilmiş o an çalan şarkı, King Crimson’ınmış. Ahmet doludizgin eleştiriyormuş Ayhan’ın yazdıklarını, havada yağmur kokusu varmış veya kapı çalmasın diye söküp aşağı atmışlardır, artık ne olabilirse. Bu anlatının problemi ilk iki bölümde ortaya çıkıyor aslında, ilk bölüm esas karakterlerimiz Esma, Ercan ve Ayhan’ın dostluklarının başladığı güne dair malumat var, yazlıkta başlayan arkadaşlık yıllandıkça güçleneceğe benzese de zaman geçtikçe bağlar gevşiyor, devrimciye dönüşen Ercan’ın kaçak göçek yaşamını yakalayamıyor diğerleri, o bir havada. Betül ve Can’la geçirilen zamanın izlenimleri, bir de yazarlıkla ilgili mesele, tek bir bölüme yığılmış bir dünya bilgi. “Bilgi topağı” işte, daha kısa bölümler gerekirmiş gibi gözüküyor. İkinci bölümün başında ortaya çıkan Gölge’ye gerek yok gibi görünüyor, anlık bilinmeyen bir süre sonra Ercan’a dönüşecekse bu sıradan bir numara olarak kalıyor orada. Ercan’ın polisten kaçması, akıl hastanesinde uzunca bir zaman geçirmesi hakkında hiçbir şey bilmiyoruz, öylesi gizemli bir giriş çok da lazım değil zannediyorum. Böylesi bir anlatıda okura gereken aydınlığın dağılımı dengesiz, ilk bölümde gözümüzü alan ışık bazı bölümlerde hiç yok, karanlıkta kalıyoruz. Karanlık iyidir gerçi, Ercan’ın depersonalizasyonla imtihanında her şeyin birbirine girmesi olağandır, Arslanoğlu o bölümleri çok iyi kotarmıştır da başlangıçta neler olmuştur, acaba aklındaki metin ilerleyen bölümlerde başka bir şeye mi dönüşmüştür bilmem, sezgi sadece. Evet, anılar bozulmamalıydı, bu yüzden Ercan’ın ortaya çıkması Ayhan’ın canını sıkıyor. Eşi Betül’e bahsetmiş arkadaşından, Can’ın pek umurunda değil, tam bir huzursuzluk. Ercan’ın yüzü gülmüyor, takip edilmiş olabileceğini düşünüyor. Esma’yla ilgili olumsuz haberi vermek için orada, haberden önce ortak anıları sökün ediyor hemen. Arslanoğlu’nun bu küçük hikâyecikleri, anlatı zamanıyla anlatılan zaman arasında kurduğu bağlantılar, olay örgülerinin zamanlarını yekpareymiş gibi işlemesi şahane. Anı şu: Esma’nın kalçasına dokunuyor biri lisedeyken, Esma çat diye geçiriyor yumruğu, meydan dayağı yerlerken kaçıp kurtuluyorlar. bu kez kurtulma ihtimalleri yok, Esma ölümcül hasta. Tedavisi için Ercan’ın polisten gizlemek için gömdüğü paraları bulmak zorundalar, Ayhan için karar ânı. Eşini bırakıp bildiği hayatın, gündelik rutininin dışına çıkacak ya da Esma için elinden geleni yapacak. Dokuz yıl olmuş, onca zaman konuşmuyorlar, yarım yamalak haberleşiyorlar ama geçmişin hatırına elinden geleni yapmaya karar veriyor Ayhan. Bir zayıf nokta da bu bence, karakterlerin arasındaki o sıkı bağa dair belli belirsiz imalardan başka somut veri yok, haliyle Ayhan’ın yıllardır görmediği, belki varlığını bile unuttuğu arkadaşının peşinden gitmesi, eh.
Bölümden bölüme anlatıcı değişiyor, olayları Ercan’ın gözünden de görüyoruz. Onun anıları daha parçalı, hastanedeki günlerini anlatırken sayıklamaya varan bir hikâyenin kırıntılarını zar zor toplayıp anlamı yitirmemeye çalışıyoruz. Yitirmememiz Arslanoğlu’nun eli sayesinde, sağaltıyla patolojinin dengesini muhteşem kurmuş. Bunun yanında ilk anlatıcılığında gayet mantıklı, aklı başında bir Ercan’la karşılaşıyoruz, zihnindeki bir şalterin açılıp kapanmadığını düşünürsek onca sayıklamadan nasıl kurtulduğunu, paşa keyfince sayıklayıp sayıklamadığını bilemiyorum, bu da bir nevi zayıflık. Hikâye tipik, Ercan fişlenmiş, bir ara Almanya’ya kaçmış ve tek arkadaşı Peter’la tanışmış, Hanna adlı bir kadınla ilişkisi olacak gibiymiş ama kadın rezil etmiş Ercan’ı arkadaşlarına, hep travmatik anılar. Küçük hikâyeler demiştim, Esma haricinde Ayhan ve Ercan bu hikâyelerden oluşuyor desem abartmış olmam. Ayhan’ın ailesinin küçük burjuva tavırları, Ercan’ın ailesinin yoklukla mücadelesi, bir süreliğine eve taşınan dayının genç yeğenini yatakta çırılçıplak halde yatan sevgilisinin üzerine ittirmesi falan, karakterlerin inşası iyi. Bir iki saçma espri çok kötü, diyaloglar makul, kadroda bir sıkıntı yok. Bahsettiğim aydınlığın dereceleri sorunlu, bir de Esma’nın hikâyeye katması gereken bir ağırlık var gibi geliyor çünkü o kadar bahsi geçiyor ama Esma yok ortada, ansızın ortaya çıkan Ercan’la Ayhan’ın gömüyü bulmaya çalışmasından çok sonra, Almanya’ya gitmek için uçağa binmek üzere olan Ercan’ı uğurlamak için geliyor, bir o zaman çıkıyor ortaya. Farklı bir olay örgüsü, daha etkili bir hikâye gerekiyormuş aslında, şu haliyle iyi kurulmuş vasat bir hikâye. İki arkadaşın arayışı tanıdıklar vasıtasıyla başlıyor, Ercan’ın devrimci arkadaşlarından birinin izini bulmaya gidiyorlar ama izlendiğini düşünen Ercan korkup kaçıyor hemen, gerçekten sokakta birileri var. Kaçaklığını, kirişi kırdığını çok daha sonra öğreneceğiz, Ercan’ın işkencecilerinden biri şans eseri ona yolda rastlayınca. Tahsin siyasi şubeden narkotiğe geçmiş, yeni ortama alışamamış, herkes deli gibi rüşvet yiyormuş. Polis teşkilatının çürümüşlüğünden başka önemli bir mevzu yok Tahsin’le ilgili, Ercan’ı gördüğü zaman ihbar etmiyor ve adamın karşısına çıkmak için fırsat kolluyor, en sonunda yüz yüze geliyorlar ve bulanık anıları netleşiyor, adamı vuruyor Ercan. Tahsin bu hikâyeye fazla açıkçası, yozlaşmışlığı kör göze parmak şeklinde göstermek için değil de Ercan’ın geçmişini daha bir işlemek için yer alsaymış daha iyiymiş.
Gömüyü uzun uzun arıyorlar, Ercan ipuçlarını bir türlü toplayamıyor ama en sonunda parayı nereye gömdüğünü hatırlayıp kazmaya başlıyorlar. Çukur derinleşiyor, hiçbir şey bulamıyorlar. Üsküdar’a döndükten sonra arkadaşını bırakıp gidiyor Ayhan, akıl sağlığını yarı yarıya kaybeden Ercan işlediği cinayetten sonra iyice deliriyor ve akıl hastanesine tıkılıyor. Ayhan gelip arkadaşını kurtarana kadar Ercan’ın çocukluğundan şimdiki zamanına uzunca bir seyir, sermayenin uşaklarıyla girdiği mücadele, Almanya’ya gidişi ve dönüşü, ailesinden yavaş yavaş kopuşu, nihayet özgürlük. Ayhan hastaneye gelip arkadaşını korka korka çıkarıyor oradan, Almanya’ya geri dönmesini sağlayacağını söyleyince izin veriyorlar. Yirmili yaşlarında bu insanlar, öylesi yükleri taşımak zorunda kalmışlar ki daha yaşlı olduklarını hissediyoruz, acılar erken olgunlaştırmış. Bu yüzden ikisinin arasındaki ağırbaşlı konuşmalar rahatsız etmiyor, geçmişe dair günah çıkarmaların yanında anılarına da yer veriyorlar, Esma’nın aslında kanser olmadığına dair çok fazla konuşmuyorlar. Ercan’ın tutunabileceği bir yalan işte, yaşadığını hissetmek için en yakınlarından birinin acısına ihtiyacı var. Paramparça olmuş bir adam Ercan, saatlerce aradıkları parayı zamanında işkence görürken dayanamayıp söylediğini, gecenin bir körü polislerle birlikte parayı çıkardıklarını unutmuş, geçmişinin üzerinden bu kez kalın çizgilerle geçiyor. Ayhan’ın yardımıyla yaşamının hikâyelerini birleştirdiğini söyleyebiliriz, Almanya’ya biraz daha aklı başında bir adam olarak dönüyor.
Kesilen ağaçlardan bahsediliyor, ekolojik duyarlılık. İkili ilişkilerin doğasına dair irdelemelere pek yer vermemiş Arslanoğlu, sindirilmeye çalışılan insanların yaşam mücadeleleri ön planda. İyi bir roman olup olmadığı tartışılır, okumaya değer ama. Denk gelirseniz.
Cevap yaz