Mevzu kitabın adından belli.
Kongar’a göre Elif Şafak kötü bir yazar değilse de olağanüstü bir yazar da değildir, yazardır ve Adalet Ağaoğlu’nu ziyaretinden sonra yazdıkları olumsuz eleştiriyi hak eder. Siyah Süt‘te yazılanlara göre Ağaoğlu bir tabak içinde dört tatlı, dört de tuzlu kurabiye getirmiştir, kurabiyeler türlerine göre düzenli bir şekilde dizilmiştir, Şafak öylesi bir düzenin yazarlıkla bağlantılı olduğunu düşünerek kendi savrukluğunu fark etmiştir, Ağaoğlu’nun yazarlık kariyeri sekteye uğramasın diye çocuk yapmadığını söyler falan filan, o günü anlatır kısaca. Kitabın yayımlanmasından sonra Ağaoğlu’nun verdiği röportaj ilginçtir, Ağaoğlu’na göre Şafak nesnel gerçekliği değiştirmiş, Ağaoğlu’nun söylemediği bazı sözleri uydurmuştur. Detaylara ineyim, Ağaoğlu çok görünen yazarlardan hoşlanmadığı için Şafak’ın hiçbir kitabını okumamıştır, Şafak’ı ahlaken temiz bulmamasına rağmen ziyaret isteğini geri çevirmez. Şafak’ın söylediği gibi çay falan yoktur ortada, Ağaoğlu akraba ziyaretleri dışında çay yapmadığını, kurabiyeleri askeri intizamla dizmediğini söylüyor ve Şafak’ın kötü niyetini hiç fark etmediğini belirtiyor. Tartışmaya Buket Uzuner katılıyor sonra, Ağaoğlu’ndan yana çıkıyor ve edebiyatta usta-çırak ilişkisinin öneminden bahsediyor. Ağaoğlu “umut veren” yazarı benzer bir sebepten mi görmek istiyor bilemiyorum ama bu usta-çırak ilişkisinin nasıl bir hegemonyaya yol açtığı, tek tip yazar üretim fabrikasına dönüştüğü ve “atölye” adı altında ticarileştiği malum, öyle övülecek bir yanı pek yok yani. Leş gibi efendi-köle diyalektiği kokuyor edebiyat dünyası, insanlar bu yolla bir yerlere gelmeye çalışıyorlar, nesi iyi bunun? Neyse, sonra Ayşe Arman kadın edebiyatçılarının birbirini kıskanmasını eleştirerek Şafak’ın tarafını tutmuş ama Arman bu konuda ciddiye alınacak biri olmadığı için geçiyorum. Orhan Pamuk bahsi biraz uzun, anılmaya değer. Hilmi Yavuz’un yalan yanlış portrelerinden yakınıyor önce Kongar, kendisinin de Yavuz’un kaleminden nasibini aldığını ve Yavuz’un insanlarla ilişkisini ideolojisinin belirlediğini anlatıyor. Yavuz “sert bir ılımlı İslamcı”, Cumhuriyet‘te yazmaya başlayacakken daha fazla maaş alacağı için Zaman‘a geçiveriyor. Yavuz’da bu damar var, Naipaul’la ilgili bir tartışma programında öğrencisi Bülent Somay’la girdiği polemikte ayyuka çıkıyor bu, dolayısıyla rengi, çizgisi belli. Kongar kendisiyle ilgili yazıdan önce iki hadiseye bakarak Yavuz’un notunu verdiğini söylüyor, ilki 1980’den sonra sakalını kesmesi için baskı gördüğü halde baskıya karşı çıkan Kongar’ın ve pek çok akademisyenin istifasına rağmen Yavuz’un sakalını kesip dilini de yutarak göreve devam etmesi, diğeri de Kongar’ın kitabının adını kendi kitabına da ad olarak koyması. Kısacası Yavuz pek sağlam ayakkabı değil, insanları küçük düşürmekten de hoşlanıyor, Kongar’ın tepki gösterdiği konu bu. “Felsefeci, denemeci, şair Hilmi Yavuz’u, dedikodu yazarı Hilmi Yavuz uğruna harcamamalıydı ‘münevver’ Hilmi Yavuz!” (s. 120) Yavuz’a göre Orhan Pamuk ihtirası yeteneğinin önüne geçen bir romancıdır, kurgu anlamında yeteneklidir ama memleket meseleleriyle ilgilenmediği için iyi bir romancı değildir. Kongar’a göre Yavuz’un “kanatları altından uçtuğu için” eleştirilmektedir Pamuk, üstelik Nobel’i kazanmadan önceki iddiaları da ipe sapa gelmez. “Yavuz şunu demeye getiriyor. Herkes her istediğini söyleyemez, düşünce özgürlüğü adına. Vatan millet söz konusu olunca, dilinin olmayan kemiğini kırıp öyle konuşacaksın, yoksa birileri tartışmaya açıp böyle iddialardan fena besleniyor!” (s. 123) Son nokta da Pamuk’un Nobel’i alamayacak kadar obsesif bir tutkuya kapıldığını söyleyen Yavuz’un yaklaşık on ay sonra haksız çıkması. Kongar’ın Kar özelindeki eleştirilerine geçelim, öncelikle Samuel P. Huntington’ın Medeniyetler Çatışması nam kitabındaki “düşman yaratma” ihtiyacından ötürü İslam coğrafyasının başta güçlendirilmesi, sonrasında düşman olarak görülmesi, böylece yıkılan SSCB’nin yerine yaratılan yapay düşmanlarla korku imparatorluğunu sürdürmek isteyen ABD’nin niyetleri uzunca anlatılır, sonrasında bu konjonktüre uyum sağlayan Pamuk’un romanı incelenir. Kongar’a göre Pamuk’un gerçek olgulardan yola çıkarak yazdığını söylediği romanın gerçeklerle ilgisi yoktur, Lacivert adeta sempatik bir karakter olarak çizilmiştir, Kemalistler öcüdür, ülkenin gerçeklerine uymayan bir manzaradır bu. “Romanın basit şeması kötü laiklerin, mazlum İslamcıları katletmeleri ve bu sürecin İslamcılar açısından felsefi olarak irdelenmesi üzerine kurgulanmıştı.” (s. 133) Kongar bu kitaba kadar Pamuk’un iyi bir okuru olduğunu, intihal tartışmalarında Pamuk’u desteklediğini söyler, ne zaman ki Pamuk gerçekleri tersyüz etmeye çalışır, o noktada Kongar eleştiri oklarını Pamuk’a yöneltir.
Aziz Nesin’le ilgili anılar bilindik şeyler ama yine anlatmalı ki bu büyük insan hatırlansın. Nesin basılan romanlarının temiz yüzlerine yazarmış yeni metinlerini, tabakta yemek bırakmama takıntısı da var, maksat tutumluluk. Yokluktan geldiği için emeğin kıymetini iyi biliyor Nesin, hiçbir şeyin ziyan olmamasını istiyor. Kongar’ın Çatalca’daki çiftliği ziyareti sırasında kütüphanede dolaşırlarken onca kitabı ölmeden önce nasıl okuyacağını bilmediğini söylüyor Nesin, Kongar o sırada bu kaygıyı anlamasa da bir süre sonra o da aynı şeyi düşünmeye başlayınca 13 bin kitabını Anadolu Üniversitesine bağışlıyor. “Aydınlar Dilekçesi”nin hikâyesi de meşhur, Kongar işinden gücünden ötürü projenin organizatörlerinden biri olamasa da toplantılara katılıyor ve ortaya çıkan metnin tamamına yakınının redaksiyonunu yapıyor. Sonrası malum, Aziz Nesin ve Prof. Dr. Hüsnü Göksel 1383 imzayı Kenan Evren’e götürüyorlar, Kenan Evren görüşmeyi kabul etmiyor ama dilekçeyi alıyor, sonra 1383 kişiye soruşturma açıyor. İbrahim Tatlıses’ti galiba, dilekçenin kooperatif üyeliği dilekçesi olduğunu düşünerek imzaladığını söylüyor falan, matrak döneklikler yaşanıyor.
Melih Cevdet Anday. Orhan Veli ve Oktay Rifat’la tanışmamış Kongar ama Melih Cevdet’in dostu olmuş hatta Kongar’ın evinde iki dize yazıvermiş Melih Cevdet, hoş bir hatıra. Bir de Köy Enstitüleri olayı var, İsmail Hakkı Tonguç’tan dinlediği bir anıyı anlatıyor Melih Cevdet. CHP’nin içinde Köy Enstitüleri konusunda çatlaklar belirmeye başladığı sırada İsmet İnönü, İsmail Hakkı Tonguç ve muhalif kanattan Reşat Şemsettin Sirer trene atlayıp Köy Enstitülerini geziyorlar. İnönü okulları nasıl bulduğunu soruyor, Sirer, “Süper paşam, manyak paşam!” diyor. Tren İnönü’yü görmek isteyenlerin ricasıyla duruyor, İnönü köylülerle muhabbet ederken trenden inen Sirer, Tonguç’a o köylü çocuklarını neden okutmak istediğini soruyor. Tonguç elbette okutacaklarını söyleyince Sirer’in dediği: “Okusunlar da gelip bizi öldürsünler mi istiyorsun!” Sonra İnönü trene biniyor, yolculuk sırasında Tonguç’a durgunluğunun sebebini soruyor. Tonguç isim vermeden mevzuyu anlatıyor, bu da İnönü’nün dediği: “Keşke okusalar da gelip beni kesseler evvela!” Kemal Tahir başta olmak üzere pek çok isim Köy Enstitülerini eleştiriyor, belli bir ideolojinin yayılmasına karşı çıkıyorlar, diğer yandan ülke büyük bir atılım fırsatını kaçırıyor, tartışmalı ve üzücü mesele.
“Orhan Veli Genç Öldü” adlı bölümde Orhan Veli’nin edebiyat anlayışı, Nâzım Hikmet’e bakışı ve yaşamının önemli kısımları yer alıyor. Nâzım Hikmet’in şiir anlayışına da karşı çıkmıştır Orhan Veli, bu yüzden Attilâ İlhan’ın şimşeklerini üzerine çekmiştir ama Nâzım Hikmet’in hapisten kurtulması için düzenlenen kampanyalara katılmış, iki günlüğüne açlık grevi de yapmıştır, önemli bunlar. Yahya Kemal’in anlatıldığı bölümde pek sevilmediğini de görüyoruz Orhan Veli’nin, zamansız çıkışı ve devlete “yanlaması” çokça eleştirilmiş. Öyle böyle şiirde bir devrimin parçası olmuş, çevirileriyle kültürümüzü genişletmiş biri, sonsuz saygı.
Ömer Seyfettin, Attilâ İlhan ve Cemil Meriç de karşımıza çıkıyor. Hoş metinler, ilgilisi kaçırmasın.
Cevap yaz