İki bölümden oluşuyor, ilk bölümün ilk öyküsü “Şarkılar Seni Söyler”. Paragrafları iki biçimde kullanıyor Kopan, kısa anlardaki diyalogları ve olayları anlatmanın yanında geçmişe dönüşleri de kısım kısım birleştiriyor böylece. İlk tür kullanım genellikle ikinciye göre daha kısa sürüyor, anlatı zamanında gerçekleşenler geçmişi anlatıya tutturuyor. Atilla ve Mücahit’in diyaloğuyla başlıyoruz, iki metrelik teleskopla Satürn’ü izleyecekler. Mücahit’in iki metrelik teleskopu uzun bulmasına, bari iki kilometrelik teleskopun alınıp ucunun yıldızlara dayanmasına dair söyledikleri, eh, yavan. Mücahit’in şaka yaparken bile hoyrat olduğuna dair çıkarım onlarca yıllık arkadaşlığın samimiyetini, dilini yansıtmıyor pek. Aslında düşününce bu öyküdeki diyalogların çoğunda bir nevi yapaylık, hikâyenin yürümesini sağlamak dışında bir işlevsizlik var. En sonda toparlayacağım bunları. Gümüşlük’teler, tatilciler gidince mekân onlara kalıyor, her cuma Cihat Hoca da gelince sohbet muhabbet. Karakterlere dair detaylar, kişisel tarihlerden kazılıp çıkarılan anılar, yıldızların büyüklüğü ve insanın küçüklüğüne dair muhabbetler ilerletiyor mevzuyu, esas mesele anlatıcının merhum babasıyla. Babası oğlunun muhasebe okuyup yanında çalışmasını istiyor, oğlan mimar olmak istiyor ki zevksizlik abidesi baba evine çekidüzen verebilsin. Başka bir coğrafyanın, çağın adamı baba, kuşak çatışmasının sebep olduğu çarpık ilişki anlatıcının sevgisini örselemiş, Atilla ve Müco malum şarkıyı söylemeye başlayınca burukluk gözyaşı olarak ortaya çıkıyor, sonra Satürn’ün çevresindeki halkalarla bitiyor öykü. “Aşkın Ne Olduğunu Bilmiyorsun” iki numara, plak dükkânı sahibi Hakan’la muhabbet ediyor anlatıcı, mevzu yine yavaş yavaş, paragraflara dağıtılmış bilgi parçalarıyla ortaya çıkıyor. Geçmişte ne var, anlatıcı konuşmayı sevmiyor, annesi hocaya götürerek okutuyor, baba onca yıl o saçmalıklara karşı mücadele ettiğini söyleyerek paylıyor anneyi, anlatıcı babasından çekinerek büyüdüğü için “baba” derken kekeliyor hep. Sağlıklı bir baba oğul ilişkisi pek az bu öykülerde, genellikle babanın oğlunu bir şekilde sindirmesi konu ediliyor. Bu öyküdeki “baba” meselesinden başka bir de eski eş/sevgili olayı var, yine Kopan’ın temel izleklerinden biri. Sevilen ölmüştür, sevenle yolları ayırmıştır veya ayırmak üzeredir, bunaltının derecesini bu kopuşlar artırır. Anlatıcı eski eşini, Aslı’yı anar sık sık, cazı eşi sayesinde öğrendiğini söyler ve müzik dünyasının en klişe muhabbetini, Aslı’nın “arkadaki basları duyma” geyiğini yaptığını söyler. Bence ayrılmalarında anlatıcının bu arkadaki basları duymaması büyük rol oynuyor, duymadığını söylemiyor ama duysaydı Aslı’yı da duyar, kadını mutsuz etmezdi muhtemelen. Neyse, anlatıcının yazdığı tek bir kitap var, zengin bir kadına o kitaptan bahseden arkadaşının vasıtasıyla kadının hayalet yazarlığını yapmak için teklif alıyor. Babası meşhur bir yazar, gölgede kalmış oğul için hayalet yazarlık iyi para getirecek ama işin etik yanı da var, para için bir başkasının hikâyesini yazmak babayı aşmaya yeter mi? Anlatıcının kararını verip zengin kadını aramasıyla bitiyor öykü, yeterince iyi bir son olması için kararını öğrenemiyoruz tabii. Bir de şu: “Bilirdim ki bu dünyada güzel olan ne varsa, o diz çöktüğünde başını eğiyor.” (s. 39) Cümlenin, paragrafın, öykünün bağlamında bu baş eğmenin anlamını kavratacak bir veri yok. Birden fazla anlam var, hangisi? Elbette pek çoğu geçerlidir, okura kalmıştır ama öykülerin hiçbir yerinde okura hiçbir şey kalmazken aşırı bir yorum olur bu. Kopan sıkı sıkı örmüş öykülerini, sürpriz faktörü bir iki öykü haricinde yok, kapalı metinler bunlar. Seveni çok sever, bence aşırı mekanik. Kusursuzluk çabasının ve öngörülebilirliğin bilindik tadı geliyor beynimdeki tahayyül zamazingolarına, belli bir noktadan itibaren öykülerdeki kodları çözmeye başladıktan sonra hep aynı öyküyü okuduğumu hissediyorum. Birkaç güzel oyun var, birkaç öyküyü kurtarıyor. “Öğretmen”de anlatıcının Antakya’da tanıştığı müthiş bir öğretmenin çocuklarına edebiyatı sevdirme yöntemleri anlatılıyor, bunun yanında Türkiye’nin çalkantılı zamanlarında öğrencilerin bir bir kaybolmaları veya işkenceden geçirilmelerinin öğretmende yol açtığı yıkım var, kısacık bir öykü ama etkileyici. Sonraki öykü kitaba adını da vermiş, “İki Şiirin Arasında” uzun bir mektup. “Öğretmen”deki anlatıcı “canı karıcığına” yazıyor, tanıştığı öğretmenin müthiş bir insan olduğunu söylüyor başta. “Öğretmenin oyununu anlatırım bir ara. Bugün başka şeyler yazacağım.” (s. 55) Önceki öykü bu mektuba eklenir miymiş, belki merhum eşe bir iki sevgi sözcüğüyle süslense olurmuş. Merhumeye uzun bir iç döküş. Anlatıcı eşinin kayıp kimliğini bulmuş, onu anlatıyor ki bu küçük şeylerin vefattan sonraki etkileyiciliğinin tipik bir örneği. Hatırlamıyorum kim nerede söyledi de vefat edenin geride bıraktığı bir ceket, gömlek, kitap, zamansız ve mekânsızca karşımıza çıkan şeyler o şokun etkisiyle hissedilmeyen yasın bir anda ortaya çıkmasına yol açabiliyor, benzer tarife bu öykü de. Yerçekimli Karanfil‘in arasından çıkmış kimlik, iki şiir arası bundan. “Biçim ve dil duyguyu taşımıyor” diye not düşmüşüm, ne demek istediğimi genelde hatırlamam ama bunu hatırladım. Kopan’ın karakterlerinin dili yokluğun, acının türüne göre değişmiyor, tek bir karakter konuşuyor sanki. “Acıya mesafeli bir duruş” diyesim var, sanki sadece anlatmak için anlatıyorlar, anlatı boyunca tansiyonun yükseldiği noktalarda ton değişmiyor, bir kaybın biricikliğini yansıtacak ruhları yokmuş gibi. “Belki sen de çıkar gelirsin bir gün, bir şiir kitabının sayfaları arasından. Başın hafifçe öne eğik, yüzünde gergin bir gülümseme.” (s. 65) Eh. Bir de kimlikle ne yapacağını sorarak bitiriyor anlatıcı, Ferhan Şensoy’un kavukla ne yapacağını sormasıyla kıyaslayacağım. Hikâyeyi anlatırken Şensoy’un sesi pesleşir, tizleşir, en sonda da titrer ve Şensoy’un gözleri dolar. Araya detayları sokar Şensoy, yan hikâyecikler oluşturur, Kopan’la tek benzerliği bu. Dinlediğimiz hikâyeyinin hep aynı ses tonuyla, aynı yüz ifadesiyle anlatıldığını düşünün, Kopan’ın anlatıcısı işte. Bilemiyorum, belki aşırı yorumdur bu ama yasın her karakter için ayrı ayrı özgünleşmesi gereken sesini bulamadım ben öykülerde, anlatıcılar tatmin edici değildi.
İkinci bölümdeki öyküler daha başarılı, bahsettiğim farkları nispeten bulabildim. “Bir Sarı Yolculuk” mektup yine, Kemal Tulhar amcaoğlu Sait Tulhar’ın kitaplarının çıktığı yayınevine yazmış mektubu. Sait Tulhar’ın otobiyografik metni Bir Sarı Yolculuk‘taki fotoğrafların kendisiyle eşinin fotoğrafları olduğunu söylüyor Kemal Tulhar, çok kısa bir ömrü kaldığı için gerçekleri anlatmayı boynunun borcu bildiğinden yazmış mektubu. Ailesinin geçmişi, amçolisiyle münasebeti, dört dörtlük bir öykü. “Amcamın Yaşama Çabası” da özgün bir hikâyeye sahip, mucit ve merhum amcasının bir zımbırtısını anlamaya çalışan anlatıcı aleti parçalara ayırıyor yavaş yavaş, aynı zamanda sevgi dolu anılarında amcasının bıraktığı izleri bulmaya çalışıyor, iki iş paralel ilerliyor, hoş. “Daha Önce Tanışmış Mıydık?” benzeri çok kullanılmış bir teknikle yazılmış, ilk aklıma gelen Calvino’nun sonu cinayetli öyküsü, şimdi adını nereden hatırlayayım, adamın birinin çok uzun monoloğu. Diyalog aslında ama karşı tarafın söylediklerini ya verilen cevaplardan ya da söylenenlerin monolog içindeki tekrarından anlıyoruz, anlatıcı tek başına götürüyor mevzuyu. Otobüs yolculuğu, yanındaki kadını lafa tutan, durmadan konuşan bir adam. Kadının maksadını finalde anlıyoruz, yazacağı metinler için hikâye toplamak amacıyla yollara düşmüş kadın, hikâyesini bulmuş da. Adamın rolünü üstleniyor sonra, monoloğunun başlangıcı bayrağı devraldığını gösteriyor. Virüs gibi bir şey, çok konuşanı dinleyenin çok konuşmaya başlaması. Hasılı bu bölümün öyküleri daha doyurucuydu, ilk bölümdekiler “formül öykü” diyeceğim türden, benzer biçime sahip öyküler. İyidir, Kopan’ın benzetmeleri, hikâyeye yerleştirdiği incelikler öyküleri okutur ama dizge aynı olunca tek bir öyküyü okumak da yetebilir açıkçası.
Denk gelinirse okunsun, hoş öyküler.
Cevap yaz