Lirizmi uğul uğul anlatılarda bir durmak gerekir, çok durmak gerekir çünkü imgeler arasında kaybolmak, anlatının yöneldiği istikameti yitirmek kolay. Gece vakti bu güneş nereden çıktı, bir şeyin sembolü mü, anlatıcı güneş mi, neler oluyor? Geceyle başlıyor anlatıcı, Karasu’nun Gece‘sini andıran bir bölümle. “Jako’nun gözleriydi, gecenin gözleri. Bir cenin, bir de masal. Uykuda masallar. Gece: Bir düşte, hiçbir türlü kapıyı açamayış, uyanmak istesen de göz kapaklarında ağırlık, göz güllelerinde bir taş, sonra, sonra var gücünle ağzını açıp bağırmak, bağırmak ama sonra, peki sessizliği başka ne anlatır?” (s. 1) Gecede Jako’dur ilk bölüm, ardından gündüzde Jako, kayboluşta, anılarda. Jako’nun suretinde gülümseme şenliktir ama Berlin Duvarı’nın henüz yıkılmadığı zamanlarda kalmıştır, gözlerinin mor halesi uyunmayan, atölyenin işlerine odaklanılmış, tasarımla, grafikle uğraşılan gecelerde ortaya çıkar, bu bölüme mahsus gecede belirgindir. Bir Jako inşa edilecektir yani, her mevsiminki, her davranışınınki ayrı. Örneğin kapıdan girer Jako, aurası peşindedir, florası holdedir, üstelik elleri kan içindedir. Çizgiselliği bulmak zor, kanın sebebini ilerleyen bölümlerde bulmaya çalışacağız ama bıyığının anlatıcıda uyandırdığı izlenim o an karşımızda: “Bir fallusa gömülürcesine tutunduğu bıyıklarıysa batıya dönen yüzünde hepten bir şark çıbanı. Batının için için kanattığı.” (s. 5) Yurtsuzluk, aidiyet gibi meseleleri de düşünmemiz gerekiyor bu noktadan sonra, kadının “İspanyol kadını kederi” taşıması, sofrada Adana kebap ve ızgaralar Batı-Doğu ilişkisine dair düşündürücü ögelerin aradan dereden çıkabileceğini gösteriyor ki çıkıyor da. Kadın olmaya dair de meseleler var: Jako’yla uzlaşmasız hayat, koca bir dünyada bir köşeye sıkışıp kalmanın Jako’yla kurulan ilişkiden doğması, zamanın yaraları azdırması anlatı boyunca karşımıza çıkacak izleklerden bazıları. “Ülkemdeki tüm kadınların durduğu yerden, ne yukarıda ne de daha aşağıda, yaşadığım bu aşkı, aşkın arılığına teslim edip, kanayan ellerimin üzerine kapanıyorum.” (s. 9) Kadınların merkezde olduğu anlatıların dramatize havası yoktur burada, acının coşkuyla dile getirilişi ve karakterin dirayeti, yılgınlığa direnişi sezilir.
Tamamen çağrışımlara dayalı, uçucu bir metin değil bu, karakterin oluşumunda lirik anlatı farklı bir boyuta geçerek anlamı daha kavranabilir hale getiriyor, iki anlatı biçiminin sarmallığından söz edebiliriz. Anlatıcının değişimini de bağlarız buraya hatta, Jako’yu anlatan kadın kendini derinleştirmez de sesini üçüncü tekile bırakır bazen, Jako’nun uzaklaşmasını bir de dışarıdan görürüz. Aynı gerçekliğin ilintisizmiş gibi görünen iki versiyonun birbirini tutup tutmadığına karar verebiliriz böylece, Jako’nun saçtığı kokular iki anlatımda da ortaktır, bağımsızlığına düşkünlüğü, örselenmemesi gerektiği de ortaktır, denebilir ki bu ortaklıklardır anlatıyı sürdüren. Jako’nun seyahatleri de bu ortaklığa dahildir, “Jako’nun Kozmos’taki Yeri”ne bakıyorum, adamın sıfıra vurduğu kafası ve motosikletiyle belirdiği bölümde ihtimallere dair hoş bir fragman vardır ki anlatının istikametinin belirsizliğini Jako’nun varlığının belirsizliğiyle denkler, aşırı yoruma kaçıyorsam denklemez. Evet. Ne oluyor, Jako anlattığı bol tanrılı hikâyenin ardından kayboluyor tıpkı o tanrılar gibi. Mevzu: Himalayalar’daki bir manastıra bir bilgisayar ve iki Amerikalı bilgisayar uzmanı kiralanır. Keşişlere göre Tanrı’nın sınırlı sayıda adı vardır ve anlamsız adlardır bunlar, uzmanlardan istenen art arda sessiz harflerden oluşan adlar dışında bütün kombinasyonların araştırılması, bütün adların kâğıda dökülmesi ve nihayetinde dünyanın yaratılış amacının yerine getirilmesidir. Tanrı’nın dokuz milyar adı yavaş yavaş işlenirken ödemelerini alan iki uzman dönüş yoluna koyulurlar, keşişlerle dalga geçerler. Sonuç: “Sonra nedense, ikisi de aynı anda karanlık göğe çevirir başlarını, çevirmeleriyle her ikisinin de nutku tutulur, dilleri lâl olur, -n’… n’… n’ oluyor böyle, yıldızlar, yıl… yıl… yıldızlar sönüyor, dünya… dün… dün ya ya yok ol u u yor, dün ya ya …” (s. 12) Borges’in anlatılarına yanaşır Jako, gidişini ve ardından varlığını mitleştirir, anlatıcılar bu miti geliştirmekle meşguldür metin boyunca. Diğer yandan ne zaman kadınla Jako birlikte olsalar mutsuzluğa benzer bir şeyler çıkar ortaya, bir gün Türk mahallesinden geçerlerken kadın adının çınladığını duyar, adı batsındır, artık ölüdür ve ölü onların yani Türklerindir, kadın yerin dibine girer. Belki de bu yüzden Jako kadını hiç bırakmayacağını söyler, kadından yana endişeliyse de tutkusu büyüktür, hiç ayrılmayacaklar gibi yaşarlar o dönem. Kadın evinde duvardan duvara yürürken düşünür, aylar yıllara dönüşünceye dek düşünür, acısını dilince sağaltmaya çalışır. “Ben bu lirizmin ağıyla suda soluk alıp verirken, kumsaldakilerin aksi suratları ve cızırtılı aksları dalgaları aşıp buraya, suların gümüşüne, vurmakta.” (s. 19) Dünyada bir yerdir, Afrika’nın kuzeyi, Jako’nun söyledikleri akşam duaları gibi, Eski Ahit’in ilk sözleri gibi dökülür, Kartaca ve Ninova anılır ki aşk zamanın ötesinden yankısın. Ne ki ölüdür o şehirler, bozgunları kadının yaşadıklarıyla birdir. Fotoğraflarda görülebilir, Jako gülümsemeyi bir türlü beceremez, kadın kareyi bütün heyecanıyla doldurmuştur, Jako’yu güzelleştirendir kadın. Anlattıklarının dışındaki Jako’yu, çirkinliği belirginleştirecek hemen hiçbir şeye yer vermez, aşkın biçimlediği şekliyle ortaya çıkarır yaşamını, geri planda yaşamının zorluklarından bahsetse de Jako’nun dokunduğu her şey güzeldir. “Hep böyle geçti hayatım. Seke seke. Tırmanarak. Kıvrıla kıvrıla. Bazı büzülerek. Sürtünerek. Meleye meleye. İlerledim.” (s. 24) Jako hayattan kurtulmanın en kolay yoludur, anlatıcının güzelliklere değinmek için belirlediği nirengi noktasıdır, yokluğu her ne kadar acı verse de anılardan güzel olanları kalmıştır geriye.
Kırer’in oyunlarına da değinmek gerek, sonsuzluktaki noktaları betimlediği bölüm çağrışımların genişliğine dair fikir verebilir. Pastişlerin de bahsi geçer zaten, Kırer’in metinler arasındaki yolculuğunu görebilmek anlamı zenginleştirir. Kadın üç kez öptüğünü söyler Jako’yu, sonsuzluk gibi üç. Dudakların çizgisi noktalardan ibarettir, sonsuz nokta o ânın hiç bitmeyeceğini imler. “Nokta kendinden önceki noktayı ö l d ü r ü r a ğ ı r a ğ ı r.” (s. 27) Neden bu, Zenon’un sonsuzluğuna sığınmak için mi? Aşılmıştır, Martin Cohen en önemli paradoksların çözümünü uzun uzadıya açıklar ama aşkın karıştığı meselenin kesin bir çözümü var mıdır? Bunun bir benzerini Monty Hall Problemi bağlamında kullandım, Kjersti Skomsvold da kullandı, bilimle edebiyatın birlikteliğine daha çok yer verilmeli. Satranç hamlelerinin edebi uyarlamaları iyi, kuantum mekaniğinin parçalı metinlere yansıması da iyi ama T-Değişmezliği olsun, Bose-Einstein Yoğunlaşması olsun pek görünmüyor metinlerde, oysa bilim dünyasında edebiyat için ne ibretler, ne hikmetler vardır, bulunmalıdır ve anlatıya uygulanmalıdır. Neyse, klasik anlatıdan çıkmadan oynananlar da var, anlatıcının dünya haritası üzerinde çıktığı gezintide Fidel’le karşılaşması, Grönland’dan dönerken ısınmaya başlaması bir, “hâtırlamak” iki. Hâtıralamak, hâtıra kurmak şapkaya ihtiyaç duyar, “hatırlamak”tan farklı bir şey var burada. Başka bir bölümde bir hikâyenin kuruluşu maddeler halinde açıklanır, sözcüklerin tekrarından ibaret müstakil bir bölüm vardır, sözcüklerin bozunuma uğradığı bir başka bölüm, noktalama işaretlerinin karmaşası, biçime sığmayan anlatının uç vermesi, bir dünya mevzu.
Öznelliği, yaşantıya odaklılığı zorlar, türe uzak okuru iter belki, ince okumayı sevmeyenleri de cezbetmez ama tutarlı, derdini iyi işleyen bir metin bu, göçmenlik gibi toplumsal sorunlardan acının çarpıttığı kişisel gerçekliğe dek dokunduğu pek çok noktayı iyi birleştiriyor. Tavsiye ederim, baskısı yoksa sahaflarda denk gelinebilir. Kapağının Su Kürü‘nünküyle benzerliğini görünce Utku Lomlu’dur diye düşündüm, evet, iki kapak da Lomlu’nun.
Cevap yaz