Ne yazdığını bilmiyor Knausgaard, yazabildiğince yazıyor, metni abisine gönderiyor. “Okudu ve telefonda ilk söylediği şey şu oldu: ‘Babam seni mahkemeye verecek.’” (s. 87) Birkaç hafta sonra düzelti süreci geliyor, basıma az kaldığı sırada abiden bir telefon. Baba ölmüş. Otuzlarına kadar bir şeyler için çabalayan Knausgaard’ın tek emeli görülmekti, belki babası metni okursa babalığını gösterir, dava eder, bir şey yapar. Olmuyor. Babasının öldüğü evdeki gezintisini uzun uzun anlatır Knausgaard, çöküp kaldığı koltuğu, odaları birer birer dolaşır ve babasıyla gıyaben hesaplaşır. Yazmak ister bunları da, babayla oğlun tipik iletişimsizliğini değil de kendine has durumu anlatır, kalıplardan çıkmak ister, bu yüzden “anlatma, göster” kuralını ezip geçer ve benliğini oluşturan ne varsa kaleme alır. Zaten bu kuralları da kim uydurmuştur, sanatın kalıpları neyin içeride neyin dışarıda tutulması gerektiğini söylerken yaratıcıya hadsizlik etmez mi?
Kurgusal alan yaratabilmek için bilgisizlik veya büyük bir güç gerekir Knausgaard’a göre, en iyi romanların okuru “gerçekten daha gerçek” yapısıyla yakaladığını söyler. Karakterler özlenir, kitap elden çıkarılacaklar bölümüne değil de kitaplığın en görünür yerine konur, o kurmacayla dünyayla birlikte yaşayabilmek için. Görmek yeterlidir, kapağın rengi göze değdiğinde mekânı dönüştürür, Turgenyev’in ormanlarında veya Tolstoy’un savaş alanlarında buluruz kendimizi. Knausgaard hayran olduğu kitaplardan bahsederken bu dönüşümün niteliklerini anlatır, belli bir akşamda belli bir ahırı ziyaret sırasında karakterle birliktedir, özgürdür, dilediği yerdedir. Kendi anlatılarının da bu özgürlükten doğduğunu söyler, her şeyi tam olarak başından geçtiği biçimde anlatırsa -gerçeğe en yakın gerçek bile kusurludur ki bu kusurlu kurgu Knausgaard’u büyük bir yazar yapar, bence- bütün kaygıların, üslubun, oyunların, karakterlerin, yaşamla kurgu arasındaki ilişkinin ortadan kalktığını düşünür. “Ne var ki gücünü yalnızca bu özgürlükten almıyordu, daha önce duyulmamış bir yanı vardı, bir bakıma tabu gibiydi.” (s. 95) Otobiyografik ögelerin kurmacada kullanılması bitmek bilmez bir tartışmadır, sıkıcı ve gereksiz bir tartışma. Knausgaard gibi yaşamından yola çıkarak metinlerini yazan bir yazarda bile gerçekliğin işlenmiş halini buluruz, ham hale ulaşmak mümkün değildir, kurgu ayan beyan ortadadır. Metinleri değersiz kılmaz bu, yazarın suçlanacağı bir şey yoktur. Yazar kendi yaşamından yola çıktığını söylese bile kurmaca dünyada bunun bir önemi yok ki, daha fazlasını öğrenmek için metinde yer alan mekânları gezebiliriz, Tezer Özlü’nün yaptığı gibi Pavese’nin bir metninde geçen karakterle tanışabiliriz ama bunlar da metinden bağımsızdır. Yazar bir fotoğrafını paylaştı, kendisi fotoğrafta değildir, yazar ve fotoğraftaki başkalarıdır. İndirgiyorum yani, sadece kurmaca vardır. Yazarı öldürmeyelim ama her yerde de görmeyelim, bu yüzden Knausgaard’u yazdıklarından ötürü küçümsemeyelim, onu hep sevelim. Evet.
Başa döneyim. Birileri sormuş, Knausgaard cevaplıyor. Niye yazıyor? Neden edebiyat? Masasının başında üç gün boyunca oturmuş, tek bir sözcük yazamadıktan sonra her şeyi bir kenara bırakıp bu metni yazmaya başlamış. Romanları için de geçerli bu yöntem. Muhtemelen yaşama biçimi için de öyledir. Aklına gelen ilk şey yıllar önce televizyonda izlediği bir röportaj, yazarın birine aynı soruyu sorduklarında yazar öleceğini söylüyor, bu yüzden yazıyormuş. Karikatür gibi bir şey, adam salaş giyinmiş ve yazarlığın bütün yükü omuzlarındaymış. “Bu yazara güldüğümü hatırlıyorum, öte yandan şimdi onunla aynı görevin yükümlülüğü altına girdim ve ne kadar zor olduğunu anlıyorum.” (s. 5) Parodinin aslında trajedi olduğunu anlamak için özdeşim kurabilecek kadar tecrübe gerekli, metnin geri kalanında bu tecrübenin edinilme biçimini göreceğiz. Sözlerle bağlam arasındaki uçurumu kapatan pek çok yazar gerçeklik ve kurgu arasındaki ilişkiyi belirlediler aynı zamanda, edebiyat tamamen gerçeklerin yeri değil de gerçeklerin meydana geldiği yer Knausgaard’a göre. İçle dış arasındaki dengenin kurulmasını da bu yerin mantığını anlamaya koşulluyor, yeterince uzaktan bakılan bir yaşam tek cümlede özetlenebilirse de insanın kendisi bitimsiz, üstelik kurulmaya hazır. Kimliğimiz, personamız, karakterimiz, kişiliğimiz bir ölçüde kurallı, çokça gelişigüzel, edebiyatla bu karmakarışık dünyayı biçimliyoruz. Düzenlemiyoruz, elde belli bir dizge varsa da bunu olduğu gibi aktarmak hem mümkün değil hem de edebiyatın sınırlarının dışında zaten. Adamın öleceği için yazdığını söylemesi edebiyat değil ama bunun anlatımı edebiyat işte, aradaki mesafeyi gözetmek gerekiyor kurmacada. Gerçi Knausgaard’un bütün kurallara karşı çıktığını söylemiştim, daha doğrusu kuralları umursamıyor, kendini biçimliyor. Yazı serüvenini anlatırken başlarda bu kurallarla boğuştuğunu öğreniyoruz, ilk romanı kaskatı bir dünyada geçiyor, o öyle veya bu böyle, her şeyin yeri belli, anlatının nerede başlayıp nerede biteceği hesaplanmış. Yavanlık. Yazmanın okumaya benzediğini anlar anlamaz dişe dokunur bir şeyler yazmaya başlıyor yazar, çocukluğundaki okuma tutkusuna döndüğü için kurguyla tanışmanın büyüsünü sürdürmek de önemli bir itki olarak ortaya çıkıyor. Deli gibi çizgi roman okurmuş adam, evden eve dolanarak arkadaşlarından çizgi roman toplarmış, çocuklar, “Anne! Çizgi romancı geldi!” derlermiş. Deli gibi okuduktan sonra kitaplara geçmiş, Yerdeniz Büyücüsü‘nün çarpıcılığından uzun uzun bahsediyor. Kitabı okuduğu yer, zaman, mekân, her şey aklında. Proust’un okumakla ilgili metnindekilere benzer şeyler söylerken Proust’u da anıyor arada, anımsama gereksiniminin öneminden bahsediyor. Etkiler tamamen dışarıdan geliyor, için değişimi bir anlamda Knausgaard’un dönüşmek istediği insanı arıyor, bu yüzden de okuma fasılları bitmek bilmiyor, en sonunda da üniversitede yaratıcı yazarlık bölümüne gidiyor Knausgaard. Yazmak istese de o ruha diyeceğim, sahip olmadığını düşünüp yeteneğine hayran olduğu bir arkadaşının nasıl yazdığını öğrenmek için arkadaşıyla vakit geçiriyor bolca. Gözlemliyor, izliyor, büyük yazarların nasıl yazdığını öğrenmeye çalışıyor ama sonunda aslında hiçbir şeyin o kadar yüce, derin olmadığını anlıyor, en azından arkadaşında gördüğü sıradanlığı doğru yorumlayarak kendisinin de bir şeyler yazabileceğine inanıyor. Bunun için birkaç taslak yakmak zorunda kalsa bile vazgeçmiyor. Yıllar süren bomboş bir dönemi var, bunaltılar canına tak ettiği an ciddi ciddi çalışmaya başlıyor ve başka bir yazar arkadaşının yönlendirmesiyle iyi bir öykü yazıyor, öyküyü basacak yayınevinin sahibi Knausgaard’a başka bir şeyler yazıp yazmadığını soruyor. Kavgam böyle başlıyor işte, yaşamdöküm. Yazma gerekçesi bayağı, yazma biçimi sıradan, yazılanlar ortalama bir yaşamın kırıntıları. Budur belki, iyi bir metni ortaya koymak için ritüellere, kurallara, hiçbir şeye gerek yok. Kişi eleştirilir, aşağılanır hatta pek çok kişiden yazmaması gerektiğine dair pek çok şey duyar ama derinliğinin, okuma uğraşının toplamı onu duramayacağı bir noktaya getirmiştir bile, kim ne derse desin uğraşmaya devam edecektir. “Ne var ki yazmak, kişinin başkalarının onu görme biçimini boş vermesidir; kendisini her türden yargı, poz verme ve konumlandırma kaygısından kurtarmasıdır.” (s. 30) Knausgaard’un metinlerine dair hiçbir eleştiriyi okumadığını da ekleyeyim, gerçi internette gezinirken denk geldiği bir eleştirinin başlığını okumuş, tekrarlara ve sıkıcılığa dair bir eleştiriymiş bu ve Knausgaard hak vermiş, metinlerde sarmallar var ama hepsi o değil ki. Joyce’la Tolstoy’u aynı ölçüde beğenmek zevksizlik midir? Kurmaca biçimlerinden bazılarına yakınlık duyulabilir, diğer biçimlerin dışlanması gerektiğini göstermez bu. Beğeniler ketleyici olmamalı.
Kendi okuma ve yazma sürecine eğiliyor Knausgaard, bunu da ayıla bayıla okudum. Yazıp çizmeyle uğraşanlar mutlaka okumalı.
Cevap yaz