İki bölümden oluşuyor, ilk bölümün adı kitabın da adı. “Aksak Ritim” öyküsü müziğin, temponun zirvesinde başlıyor, Gül’ün kuşluğu, bakışlarındaki efsunlu bulanıklığı darbukacı anlatıcının “son vuruşu yapmasıyla” kesiliyor, ilk paragrafın yükseltisinden klasik anlatıya dönüyoruz. Epifani ânında şeylerin diğer şeylere karışması, metaforlar cuk oturuyor ama başka öykülerde rahatsız edici bir hale gelebiliyor, göreceğiz. Gül’le birlikte dönüyorlar, rakı faslı ve yolculuk sırasında geçmişlerine dokunuyoruz. Gül dokuz yıldır Kudret’i bekliyor, anlatıcı da Gül’ü bekliyor. Gül’ün kardeşiyle darbukacı takışmış, kardeş ablasını pazarlarken sorun yokmuş ama oynamasına ses çıkarıyormuş. Ablasına kızsa da sesini çıkaramıyor kardeş, ablası “telleri yakarmış”, bunun ne demek olduğunu bilmiyorum, öykünün bağlamıyla bir ilgisi yok, yeni bir deyim öğrenirim diye araştırdım ama bir şey bulamadım. Neyse, Gül en sonunda darbukacıya varmaya karar veriyor ansızın, adamın Kırkağaç’taki evine gitmek üzere yola çıkıyorlar. Vukuatlarını, haşinliğini bildiğimiz karakter bir anda süt dökmüş kediye dönüyor, boynu bükük, mahzun. Adamımız da bir anda değişerek istediğinin o bıçkın Gül olduğunu anlıyor. Yanaktaki kırmızı lekenin büyümesi ve rahatsız edici hale gelmesi hoş bir detay ama altı çok sağlam değil, bir paragrafta iki karakter birden değişiveriyor, anlatının zamanı bir anda yavaşlayarak keskin bir dönüşe yol açıyor, viraja çok hızlı giriyoruz. Daha iyi olabilecekken ortalamaya razı bir öykü, başlangıç için iyi değil, sonrakiler daha iyi. “Bezelye” mesela. Ölü babanın ardından yaşamlarını toparlamaya çalışan iki erkek kardeşin hikâyesi. Küçük kardeş anlatıcı, fırının tekleyen manyetosundan, abisinin hakaret gibi gelen ayak başparmağından bahsediyor, ardından mezar ziyareti, yükselen tansiyonun kavgaya dönüşmesi, hakem kararıyla berabere biten bir maç ve paylaşılan iki bezelye tanesi. Bozkurt’un insanları küçük, orta direk, kıt kanaat, normal. Dünyayı kendi bakışlarıyla görmüyoruz, öykülerdeki anlatıcılar birinciden üçüncü şahsa geçerken sesleri değişmiyor çünkü. Her öykünün anlatıcısı aşağı yukarı aynı, bir tek ikinci bölümdeki dört öykünün sesi farklı. Göze batmaz, ortalama okuru rahatsız edecek bir durum yoksa da o değişimi dilin kullanımıyla hissedebilmek hoş olurdu. Öykülerin atölye kokmasının sebebi budur belki, belli bir doğrultudan çıkmadan yazılmışlar gibi geldi bana, yanılıyor olabilirim. Bu arada arka kapakta Semih Gümüş’ün bir övgüsü var, öyküleri “kâğıt kesiği”ne benzetiyor. Kâğıt kesiğinin acısı şok etkisini kendini unutturabilmesine borçluysa küçük bir hareket canımıza okuyabilir ama bu öykülerin dinamiği mi diyeyim, matematiği mi diyeyim, çok belirgin. İyileri kurtarıyor ama geri kalanı aynı formülden türediği için heyecan uyandırmıyor, Bozkurt’un olay örgüsüne verdiği ağırlık farklı tekniklere yer de bırakmıyor, belki de öyle bir kaygısı yok Bozkurt’un. Bir öyküde iç monolog, başka bir öyküde anlatı zamanına dair bir oyun dışında farklı bir şeyle karşılaşmadım. Dertli insanların ince ince örülmüş hikâyeleri okunsa, sevilse yeri ama biraz olsun farklı bir şey arayan okura bu öyküleri tavsiye edemeyeceğim, Carver okumalarını tavsiye ederim. “Haciz”e geleyim, eşi ve çocuğu kazada ölmüş bir kadının kısa zaman aralığındaki delirmeme çabası. Delirme belki de. Yoksa öykünün başında televizyon izlerken kaza haberine denk gelince neden sıradan bir tepki versin? “Antalya’daki kaza haberine geçiyor. Hızlı bir geçiş olduğundan gülümseme hâlâ yerli yerinde. Yirmi bir ölü, diyor. Ah dostum. Ne de kolay ölüyorsunuz. Çıt diye kırılan boyunlarınız. Narin kafataslarınız.” (s. 27) Kapı çalıyor, icra memurları. Üç ay geçmiş, reddi miras yapamaz, kaybı için üzgünler, kapıyı açmazsa polisle gelecekler. Kadın anılarıyla boğuşuyor o sıra, kızı ve eşi gözünün önünde canlanıyor. Alınacak eşyalar kararlaştırılırken bara gidiyor kadın, acısını dağıtmak istiyor ve bir anda anlatıcının yerine kendisini mi geçiriyor? Üçüncü şahıstan birinciye dönüyoruz ansızın. “Evden çıkıyorum. Melis arkamdan ağlıyor belki. Mavi mayoyu giyerken arada burnunu çekiyor.” (s. 33) Falan, acaba depersonalizasyon? Anlatıcı, kadının bilincinden bir parça olabilir mi? Aynı üslupla sesletiyorlar hikâyeyi çünkü. Değil ama, öykünün o noktaya kadarki kurulumuna ters bu kez. Sonuyla toparlıyor, kadın kırmızı ışıkta beklerken bir anda gaza basıyor ve o narin olan insanlardan biri olup olmadığını görmek istiyor, şahane. Bozkurt’un sonları başarılı, mevzuyu derleyip toplamaya çalışmadan düğümün kolay kolay çözülemeyeceğini sezdirerek, işlenen kısa zaman aralığının devamını da düşündüren bir akışa yer vererek bitiriyor öyküleri, iyi.
Aksayan bir iki nokta, ilki tekrar. O ânı unutmayacağını düşünen iki karakter var iki öyküde, unutulmayacak bir manzarayı izleyen veya akla kazınan bir durumun içindeki iki karakter. Aynılıktan kastım biraz bu, öykülerin tansiyonları, anlatımları aynı, dolayısıyla her öykü okurda aynı etkiyi bırakıyor, eksiklik değilse de yavanlık. “Bir Kalbin Boyutları”nda aksayan bir şey yoksa da konu direkt Vicky Cristina Barcelona‘nın benzeri olunca, sadece tek bir duruma odaklanılıp anlatı genişletilmeyince zihinde hoş bir tat kalmıyor yine. “Tilki Deliği” çok iyi bir öykü olmasına rağmen başta bahsettiğim “detay aşırılığı”ndan mustarip biraz. Seher rüyasında bir tilki deliğinde, çamur içinde olduğunu görüyor, uyanıyor, kocası Nedim’i sarsıyor ama uyanmıyor adam, altına pislemiş falan, temizlemek için çeke çeke banyoya götürüyor adamı. “Başı da gerideydi azıcık, fayansların birleşme yerlerinden geçerken küçük hareketler yaparak bir şeyler anlatmaya çalışır gibi görünüyordu. Onca yıllık kütüphane müdürünün düştüğü durum ansızın gücüne gitti Seher’in.” (s. 85) Kütüphane müdürlüğünün veya adamın bir şeyler anlatmaya çalışmasının hikâyede bir yeri yok, kafanın hareketi bir iletişim istenci olarak algılansa bu kez Seher’in Nedim’e duyduğu kine uymuyor, muhtemelen Nedim de pek iyi bir eş olmadığı için Seher pek dinlemek istemezdi ki öykünün sonunda mevzu ortaya çıkıyor, bu benzetmenin yersizliğini anlıyoruz. Anlatıya eklenecek art alanı yoksa benzetmeler, detaylar öykünün -kürenin- yüzeyinde topak haline geliyor, kurguyu da silkeliyor şöyle bir, hoş değil. Öykü genel olarak iyi ama.
Son dört öykü “Anadolu olağanüstülüğü” diyebileceğim türde, söylencelerdeki ecinni tayfasının sıklıkla karşımıza çıktığı öyküler, kırsala dair. Faruk Duman’ın öykülerini andırıyor. “Yeşil Parka Meselesi” aralarında en iyisi, Bozkurt’a saygı duyurur. Kışın iyice uzadığı zamanlarda köydeki yaşam dışarıyla bağlarını koparır, kuytuda bekleyen doğaüstü güçler ortaya çıkar. Mayısın on altısında kış bitene dek köyde dört kişi ölür, yan yana dizerler karın üzerine. Bahar gelince bakarlar ki Kayıkçıların Yusuf yok, yattığı yerde “bir sarı çiçek kıvranıp bükülerek topraktan çıkmakta”. Köylüler o gece rüyalarında Yusuf’u görürler, ormanın içinde ayılarla, kurtlarla birliktedir Yusuf, ertesi gün köylülerden birkaçı ormana girip Yusuf’u aramaya başlarlar. Sonrası şahane bir geçiş evresi, yavaş yavaş ormana “karışırlar”, müthiş anlatılmış bu süreç. “Beyaz bir süte benzeyen sis” yine dudak büktürdü ama olsun, “Sarıkız”la birlikte kitaptaki en iyi iki öyküden biri bence bu.
Bozkurt yeniliği aramıyor pek, bir şeylerin arasına sıkışmış insanların hikâyelerini bilinen yollarla anlatıyor. Bir Kalbin Boyutları okumaya değecek bir kitap, bunun yanında benim Bozkurt’a duyduğum merakı dindirdi. Yazarın farklı anlatım şekillerini, kendine özgü kurguları arayacağına dair bir fikir uyandırmadı bende, olağanüstü haller dışında yazarın başka bir kitabını okuyacağımı sanmıyorum ama bir bakın yani.
Cevap yaz