Sevinç 1997’de Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü’nü öykü dalında kazandıktan sonra üç kitap yayımlamış, sonuncusu 2005’te, on beş yıldır kayıp. İTÜ Mimarlık mezunu, Yeditepe’de çalışmış bir süre, İTÜ’de doktora, şimdilerde ne yaptığına dair bilgi yok. Sosyal medya hesabı da yok, iyi bir başlangıçtan sonra ortadan kaybolması çok ilginç. Öyküleri için “makine öykü” diyesim var, hesaplı kitaplı, dozunda oyunlu, konular nispeten ilginç, kurgu iyi, tıkır tıkır işliyor. Ne kötü, tıkır tıkır işliyor işte, takır tukur, gübür gübür. Uzatılsa dümdüz anlatımlı romana kadar gidecek öyküler, parıltısız. Karakterlerin karanlıkta kalan yönleri parça parça açılıyor, ince işçilik var, o kadar. Yeterse tatmin eder, ben başka bir şey aradığım için uğraşı takdir ettimse de arka kapağa ulaşınca kitabı satılacakların yanına koydum. Kurtuluyorum yavaş yavaş. Samsun’da biri var, ne satsam alıyor. Öğrenciymiş, ev arkadaşlarıyla birlikte okuyorlarmış benden aldıklarını. Sahaf bence, çok ucuza alıp orada okutmaya çalışıyor galiba. Bilemiyorum artık, ben yığınlardan azat ediyorum kendimi. Eksiltme sanatı, kitaplıklar böyle oluşmalı. Bakalım. “Prova” sinopsis diliyle yazılmış, oyun çıkarmaya çalışan ekipten birinin annesiyle ilişkisi ele alınıyor, anlatıdaki senaryo havasıyla gerçeklik son bölümde vurucu bir şekilde tokuşuyor. Anlatıcı kız neden kavga ettiklerini hatırlamıyor, annesi de hatırlamıyor, küskünler. Geri adım atmazlar, bir sonraki kavgada silah olarak kullanılabilir. Sessizliğin doğurduğu şiddet ayyuka çıkar, anne kendine kadar yemek yapmaya niyetlense de ne hikmetse her seferinde malzemeyi fazla kaçırır, kız sinemaya tek başına gider, birlikte izlemek için sözleştikleri filmi görüp gelir, yaptığını sezdirir. Karşılıklı ataklar. Çöpe atılmış bamya sapları ve sinema biletleri. Misafirler gelince soğuk savaş biter, bir iki hoşbeşten sonra tekrar sessizlik. Tiyatrodakilerin kostüm ihtiyacıyla çatışmalar tamamen dindirilir, terzilik yapan anneye kumaşlar sunulur, fırından yeni çıkmış yiyecekler provalar esnasında afiyetle yenir, kadro anneyi pek sever. Anlatıcı hikâyesini tiyatronun en kıdemli oyuncusuna anlatır, “sen” dili bir süre sonra hitap edilenin şahitliğini de ortaya koymaya başlar, ev ortamından tamamen çıkılmıştır artık. Kıdemli oyuncunun üfürükten yorumuyla annenin başka, kızın başka bir oyunda oynadıklarını öğreniriz, gerçi bu tumturaklı sözün doğurduğu fikir hoştur, annenin oyuncul davranışlarından etkilenen kıdemli adam bir oyun yazmak istediğini söyler, seyircilerle etkileşime girmeli bir oyun. Annenin başka bir oyunda olması öykünün sonunu çağrıştırır, perdeler başka bir dünyada açılacaktır artık anne için. Evi zifiri karanlığı sahnenin karanlığına benzer, ışıklar gelince anne tek başına seyircilerin önüne çıkacaktır, alkış kıyamet, sonrası yine karanlık. Kurguyla gerçek iç içe, üstkurmaca anne, hoş.
“Ilık” edebiyatımızda trombosit bağışının önemli bir yer tuttuğu tek öykü olabilir mi? Anlatıcı üniversiteden tanıdığı arkadaşının ricasıyla hastaneye gidiyor, arkadaşının babasına gereken trombositi verebilmek için aylar boyunca üşümek zorunda kalsa da adamın neşesi güç veriyor bir yandan, hemşireler cana yakın, doktorun kabalıkları önemli değil. Anlatı kızın babasını kaybettiğini anlatıcıya söylemesiyle başlar, üzüntü yok pek, adamın kurtulduğunu düşündükleri için belki. Kız bir ilginç, öğrenci işlerinde dosyaları karıştırıp babasının kan grubuna uygun insanları ararken bulur anlatıcıyı, yakınlaşır, sonrası hastane faslı. Biraz zorlama gibi dursa da tamam diyoruz, kız uçuk bir şey. Birkaç önemli ânın üzerinde duruluyor, işemenin yanıkları engelleyici yanına dair bir anı, parasına tavla oynamaya niyetlenen babayla anlatıcının muratlarına erememeleri, sonda bağışçı bir çocuğun sıcak yanağı, kan çekilirken duyulan soğukluk. Formülle üretilmiş bir son, zıtlıkla. Bu iki öyküden sonra öykülerin havası değişiyor, garip durumlarla karşılaşan karakterlerin tepkileri üzerinden kurulan anlatılar çıkıyor ortaya. “Durup Dururken” tipik bir King öyküsü, şu sigarayı bırakmak için parasıyla işkence gören adamın olduğu öykünün mutsuz bir çifte uyarlanmış hali. Çift arayış içinde, üçlü ilişkiyi bile deniyorlar ama mutlu olamıyorlar bir türlü. İlk bölümde evlerindeki eşyaları yenilediklerini, çocuk yaptıklarını ama birbirlerini sevmediklerini itiraf edemedikleri için sıkıntılarla boğuştuklarını görüyoruz. Üçlü yapacakları adamın evine çiçekle gitmeleri, ortamın sıcaklığından bahsedip soyunmaları absürtlük katıyor biraz, anlatının niyetini doğru okuduysam böyle garipliklere gerek yok gibi duruyor, çapak bunlar. Kalan kısımda birçok çiftle birlikte dağ başına götürülen çiftimizin çektikleri sıkıntıları görüyoruz, ikisi de tarla bahçe işleriyle uğraşıyorlar, bitlerle boğuşuyorlar, cehennemde yirmi gün. Turu düzenleyen şirkete verdikleri parayı arabalarını satarak elde etmişler, eziyet sonrası bütün sıkıntılar bitince yeni programı beklediklerini söylüyorlar, evi satacaklar bu kez. Görmek istememek üzerine bir öykü derdim, inatlaşma yok, kavga gürültü yok, bir arada kalmaları için hiçbir sebepleri yok, yine de birlikteler. “Isırık” en olmuş öykülerden biri. Anlatıcı kadın heyecan peşinde, sinemalarda yalnız oturan adamlara teşne oluyor, peşinden gelenlere boş boş bakıp evine dönüyor, ıslak iç çamaşırını koklayarak heyecanı sürdürüyor. Uzun süredir kesiştiği, karşı binada oturan adam kapısını çalınca her şeyin farklı olabileceğini düşünüyor, adam uzun süreli bir ilişki için ideal sanki, kadın gerçekten bir şeyler hissediyor. Kapıyı açana kadar. Adamı başından savıp iç çamaşırını eline alıyor yine, diğer röntgenciler daha iyi görsün diye eşyaların yerini değiştirmeyi düşünüyor. Olay odaklı bir öykü, iç dünyaya bakışlar yok, ruhun boşluğu görülüyor. “Kârdan Adam” bir yazarın zengin bir adamla münasebeti üzerine. Uzun süredir bir şey yazmayan anlatıcı yayınevinden aranıyor bir gün, para babasının davetiyesini alıyor. Büyük bir gece, mekân çok şık, babanın bir maruzatı var. Birkaç yazarla birlikte doğduğu yere gidecek, çocukluğuna dair anıları anlatacak, o havayı solutacak ve biyografisini en iyi yazana servet verecek. Yine bir üstkurmaca, anlatıcı bütün süreci başından sonuna kaleme alır, babayı yerin dibine sokan bir son yazar, metni babaya gönderir. Kalem satın alınamaz, seyahat karşılığı verilen para hariç. “Şaka Gibi” şaşırtıcı bir başlangıca sahip, anlatıcı çoğu öyküde olduğu gibi “sen” dilini kullanıyor. Hitap edilen kimseyi öldürmedi, sorulduğu zaman başından geçenleri olduğu gibi anlatsa yırtabilir. Başından ne geçti, tuhaflık. Emine Hanım, Emi hoş bir kadın, muhatabın hoşuna gidiyor, komik de bir kadın, bu yüzden bayılma numarası yapan bir adamdan aldığı oyuncak örümcekleri, sinekleri ofise getirerek Emi’yi eğlendiriyor muhatap, hoş. Adamla ikinci kez karşılaştığında başı yanacak bu kez, aynı numarayı ikinci kez yemeyecek, satıcıyı aşağılayacak, satıcı da başka şeyler satarak geçindiğini ama müşterileri azaldığı için o numaraya başvurduğunu söyleyecek. Yem atmayı seviyor Sevinç, başka şeylerden kastın ot türevleri olduğunu düşünüyoruz ama bambaşka bir şey çıkıyor ortaya, bir poşetin içindeki penis, el ve göz başta komik gibi gelse de çözülmeye başlayan organların yarattığı dehşet ansızın vuruyor. O sırada ev basılıyor, polisler, sorgu. Her şeyi olduğu gibi anlatırsa yırtacak muhatap, başa dönüş. Böyle oyunlar. Karakterler tuhaf, sürprizlere açık, öyküler daha girift bir yapıya sahip olsa çok daha başarılı olacak ama tek bir tuhaflıkla yetinmiş Sevinç, bilinen kurallarla oynamış, yeni bir şey sunmasa da okunası öyküler çıkarmış ortaya. Geri kalanlar da iyi, sahaflarda bulunursa alınsın bu kitap.
Cevap yaz