Epigraf Djuna Barnes’tan, nesnelere bağımlı ve iradeyi geçici amaçlara teslim eden insanları aynı kurdun kemirdiğine dair. İzleği dikizleyerek ilerlersek belli bir yaşam örüntüsüne sıkışmış, zaman zaman farklı öykülerde anılan karakterleri görebiliriz. “Yazı Tura” ilk öykü, anlatıcıyı sisli bir hava karşılıyor dışarıda, okuduğu romandaki 40’lı yılların San Fransisco’su adeta. Mevzu bahis roman ortaya çıkmayacak bir daha, hava da önceden betimlendiği için lüzumsuz bir detaymış gibi görünüyorsa da anlatının sonuna baktığımızda meyhane faslı öncesiyle ve sonrasıyla ele alınmış, kitap odaklanılmış bir ânın yankısında karışan parazit benzeri bir ses olarak değerlendirilebilir. Anlatıcının sokakta bulup eve getirdiği kedinin adı Yazı, Serra bir not bile bırakmadan çekip gittikten sonra ortaya çıkmış, anlatıcının yalnızlığını paylaşmış. Yüzde elli şans, adı bozuk paranın bir yüzü. Anlatıcı isimsiz, evde oturamayacağını hissedince Yorgun’un Yeri’ne gitmeye karar veriyor, çalıştığı okuldan izin aldığı için o günü boş. Karanlık mekâna giriyor, kadro tamam. Kutlama var, hurdacı voliyi vurmuş, içiliyor. Muhabbetler meyhaneye uyacak kadar akışkan, uymayacak kadar nazik. İki hususla finale ulaşıyoruz, okulların 100 metre yakınında içkili mekân bulunması yasaklandığı için meyhanenin gidiciliği üzüyor insanları, bir de anlatıcı hakkında açılan soruşturma var. İçki kokuyor diye şikâyet etmiş diğer öğretmenler, karar bekleniyor. Meyhaneye gidip kitap okumaktan başka yapacak bir şey yok orada, küçük yer, sıkıntıdan bunalıyor insan. En sonda Yazı geliyor, uyumak üzere olan anlatıcının yanına kıvrılıyor, gözlerini kısarak anlatıcının yüzüne bakıyor. Anlatıcı, kedinin gülümsediğine adı gibi emin. Eh, öykü yeterince uzamış gibi bir son, yavan. Ardından “Çember” geliyor, kitaptaki en nitelikli öykü muhtemelen. Anlatıcı “sen” kalıbıyla bir karakteri biçimlendiriyor. Karşı masadakiler rakının da etkisiyle şarkı söylemeye başlamışlar, Sen ve konuştuğu kızın arasında şiir muhabbeti geçiyor. Kız mülkiyete inanmıyor, bu yüzden şiire aitlik kazandıran özelliklerden yana değil. Üslubu nasıl kızın, şiirlerinin mekânı dil mi? Çok önemli biri söylemiş Sen’e de, çok önemli bir şair, üslupları olmalıymış. Ödül töreninin ardından belediyenin düzenlediği gecede bozuluyor biraz Şair, üsluba, imzaya dair hiçbir şeyi kabul etmeyen genç bir kız çemberi tamamlıyor. Şair de abilerinden öğrenmişti işi, onlara karşı çıktığı da olmuştu, şimdiyse çekici bir kız ona karşı çıkıyor. Masada sözünün üzerine söz edilmesini sevmeyen şair cebinden bir kâğıt parçası çıkarıyor, kız panikliyor, kâğıtta yazanlar okunmamalı. Öç alma girişimi. Gece şairin gecesi olmaktan çıkmış zaten, halay çekenler, içenler, oynayanlar, sirke dönmüş ortam. Şair okuyor, başını kaldırınca kız ortada yok. Üslup? Yok, hiçbir şey yok, zafere benzeyen bir duygu var onun yerine. Yalnızlık aslında, Şair bu yalnızlığa mahkum. “Sen”in sebebi çıkıyor en sonda, Şair telefonda anlatmış her şeyi anlatıcıya, anlatıcı kurgulamış. Şair bir daha görmemiş kızı, görseymiş soracakmış okuduğu kâğıtta ilgisini çeken birkaç şeyi, metni beğenmişse de üstün gelme arzusuna engel olamadığı için çirkinleşmiş. İyi bir öykü.
“Olağan Akışlar” yazlık mekânın tipik tasvirlerini taşıyor bir süre. Hafif bir rüzgâr, nemli hava, karşı koyun yamaçları boyunca beliren ışık oyunları, bu türden yaz manzaraları. Dinginliği bozan bir şey var her zaman, bu öyküde Nergis’le oğlu. Anlatıcının yanında üç gün kalmışlar, birlikte balık yemişler, Ergu oğlan oyunlar oynamış, sıkılmış biraz da. Anlatıcının kedisi var, Yazı, eski kocasından emanet. Yazı bir süre eve dönmüyor, anlatıcı merak etmiyor, orada hiçbir şeyi merak etmeyeceğine söz vermiş. Kafa dinlemek için gelmiş oraya, karakterlerin çoğu gibi o da sessizliğe bakıp gördükleri üzerine düşünmeyi seviyor. Rutinler canlılık veriyor, her sabah yaşananlar, akşamın ağır ağır çökmesi, güneşin alçalması ritüel gibi anlatılıyor, kutlu ögelermiş gibi. Bahçe işlerini yaparken Nina Simone dinliyor anlatıcı, komşusunu rahatsız etmemek için kadının buğulu sesine yaslanıyor. Tom Waits’in saki şarkıları, Cendrars’nın yolculuğa çağıran şiirleri denize uyuyor. Sakinliğin ortasına bomba gibi düşüyor Nergis, katıldığı terapileri anlatarak üç gün boyunca gürültünün sızdığı çatlağı açıveriyor, Ergun’un hareketliliği de baş ağrısı. Nergis’in anlattığı şiddet hikâyeleri anlatıdan uç veriyor, adaletin yerini bulmaması öykünün esas noktası haline geliyor, Nergis gidene kadar. Anlatıcının Nergis’ten ötürü çok yorulduğunu düşünmesiyle noktalanıyor öykü. İki türlü yorgunluk, kadına şiddet konusunda devletin üç maymunu oynadığını düşünmek fiziksel yorgunluktan daha ağır geliyor.
“Faytoncu İsmail” kısacık bir öykü, İsmail’in aile yaşamı ve atlarla ilişkisi anlatılıyor. “Duvağı çözülen umutsuz bir gelin gibi sokağı bekleyen” faytonları süsleme işi Şeyma’da ve Hatice’de, cumartesi günü iyi iş çıkacağı için dikkat çekici süsler asılmalı. Benzetme edatlı kalıplar da olmazsa olmaz, Uslu kalıplara o kadar yaslanıyor ki kendi sesini çıkaramıyor, bir tek “Çember”de duyabiliyoruz biraz, onun dışında hikâyeyi kurmakla uğraşıyor, anlatacağını anlatıyor ve bitiriyor. Kuru bir anlatımı var, renkli değil, klasik tahkiye. Karakterlerden bir numara bekliyoruz, buz dağının altını ortaya çıkarabilir miyiz diye bakınıyoruz ama o da yok, anlatılanın derinliği, ötesinde görülecek bir şey yok. Atlar süsleniyor, sefere çıkılıyor, başladığı gibi bitiyor öykü. Sonra ilginç bir şey, “Sançez Memet” bütün o tekdüzeliği alıp götürüyor. Kırgınlığın tiz sesi bir kez duyuluyor başta, kadın çocukluğuna dair bir anıyı anlatırken sevgilisinin alaycılığıyla karşılaşıyor, babasına “Sançez” diyor mu hâlâ kadın? Kestirip atıyor, cevap vermiyor, anlatmak istediği aslında bambaşka bir şeydi ama adam duymazdan geliyordu. Anıların istikameti Sançez’e kayıyor bu kez, kadın hiç istemediği halde babasına benzediğini fark edince tripotun devrildiği zamanlara dönüyor. Akraba ziyareti, kadın o zamanlar on iki yaşında. Dönüş yoluna koyuluyorlar, yağmur yakın. Herkes araca doluşuyor, yağmur başlıyor, güle oynaya giderlerken teker boşa dönüyor bir an, dereye düşüyorlar. Komik bir an, çocukluğa dair hatırlamaya değer nadir anlardan. Kadının sevgilisine anlatamadığı bu, ilk anının uzantısı. Adam lafı ağzına tıkmasaydı anlatacaktı, gitmeseydi belki bir gün yine anlatabilirdi ama adamın gidişi hikâyeleri yarıda kesmiş.
“Ben anlamanı isterdim, anlamadın.
İyi ki gittin.” (s. 52)
Bunun ağrısı hemen geçmiyorsa da bir süre sonra tesiri hiç kalmıyor, Sabahattin Ali’nin dediği. Anlamayan birinin dinlemesinin ne önemi var diye düşünüyorum, anlamıyorsa anlattıklarının da bir önemi yok. Bütün o sıcaklık küçücük bir yırtıktan esip gidiyor, geriye yırtığı büyütüp anlatılacakları yarıda bırakmak kalıyor bir. Bir süreliğine, daha sonra birkaç anlığına sızlıyor, kaybolup gidiyor en sonunda. Uslu’nun bu öyküsünü iki numaraya koydum, bir üçüncüyü bulamadım ama. Bu iki öykü hesaplı kitaplı bir konsepti renklendirmek için aralara serpilmiş sanki. Diğer öykülerde doğallığa pek yaklaşamayan diyaloglar, yaza dair sıkıntılar, akrabalık ilişkileriyle kısıtlanmış insanlar, ölümler ve ayrılıklar var, böyle anlatılacak kadar sıradan bir teknikle ele alınmış mevzular. İyi kurulmuş öyküler, bir yerden bir yere getiriyor okuru, o kadar.
Cevap yaz