Pek acele bir yol romanıdır ama o kadar istical etmemek lazım okurken, ağırdan alınız. Epigrafta kedi yürüyüşünün rastgele harflerini alıntı halinde bulursunuz, “Klavyede Kedi Yürüyüşleri” nam metin anonimdir ama kedinin de bir kişiliği yok mudur, adı, eğer kadim zamanlardan bir kedi kurmacası değilse bu? Kişilikli kedi diyelim, metnin adının italikliği veya italik değilliği kedinin kişiliğine, kediliğe, rastgeleliğe bağlı mıdır? İkinci alıntı Aslan Asker Şvayk‘tan, her şeyin her şeye karışmasından bahsetmese belki okur için bunlar hiç problem olmazdı ki olmamalı, anlatı daha başlamadı. Ya da çoktan başladı, her şey karışırken gara girmekte olan bir treni andırıyor, bir şeyi, bu metni okurken her şeyi birbirine dokundurmamız gerekir. Anlatıcı Veysel Zebub belki Beelzebub’dan el almıştır, Sineklerin Tanrısı’dır dahi Yalanların Babası’dır, kurmacayla uğraşması makul. Metin 72 bölümden oluşuyor, ilkinde Veysel’in bir şeyler yazmaya çalıştığını görüyoruz, dış mekan çekimini andıran sinematik tasvirler, şehrin dikeyliğinin Ballardvari kabusları imlemesi, her şeyin aydınlığı, karanlıktan mahrum kalmış insanın neonların altında mutluluk arayışı, hepsi başarısız bir başlangıca dönüşüyor. Veysel yazmaya çalışıyor, bu uğurda işinden istifa etmişse de asıl düşmanlar içeride, pencereden gözüken bulutlar hikâye çıkarmak için oradalar, tren yolculuğunda da oradalar, kutsal kitap yazılırken de oradalar, hikâye bu noktada başlıyor diye düşünebiliriz, gerçeklikle kurmacanın başladığı nokta. Keskin bir dönüş yok, kurmacayı imleyen birkaç detay var, yeri geldikçe bakalım. Bilge eve geliyor, Bob Dylan’ın albüm kapaklarından biri var tişörtünde, Veysel’in sevgilisi. Tişörtten bahsediyorum, Dylan’la birlikte Pink Floyd olsun, The Smiths olsun pek çok grubun, sanatçının adı geçiyor metinde, müzik aşkı dorukta. Bir de şu, bence bu metin The Rolling Thunder Revue’nun edebi versiyonu. Neden, Martin Scorsese’in filminde gördüğümüz üzere oldukça parçalı, sürprizlere açık, deli işi bir turne o, bu metin de öyle, o zaman ikisini neden tokuşturmamak. Bilge’yle Veysel’in araları güzel, kendilerine göre gariplikleri var, diyaloglar da başarılı olunca her yönüyle anlıyoruz ilişkilerinin matraklığını. Komikler, iki tuhaf birbirini eğlendirebiliyor, başka türlü bir arada kalmaları zor. Veysel’in sadakatsizliğinden bahsetmek aralarındaki sadakati nereden anladığımıza götürecek işi, sevgiye bağlarız belki. Veysel kızı seviyor arada dile getiriyor bunu, kız da Veysel’i seviyor görüldüğü kadarıyla. Birbirlerini aldatmalarını uçarılıklarıyla birlikte değerlendirirsek, eh, yolda kimin kimle kimleyeceği belli olmaz, Bob Dylan yolda rastladığı bir kemancıyı orkestrasına katıp konserlere çıkarıyorsa Bilge neden başka biriyle sevişmesin? Yol bir de, insan zihnen başka bir istikamet tutturabiliyor.
Musa ve Sofya, sohbet. İş bakıp bakmadığını soruyorlar, Veysel bakmadığını söylüyor. Yazıp yazmadığını soruyorlar, Veysel yazmadığını söylüyor. Veysel ne yapıyor, yazmaya çalışıyor, aslında iki işi birden başarıyla yürüttüğü söylenebilir ama para kazanamıyor ne yazık ki, para lazım. Sofya yardıma koşuyor neyse ki, iş bulduğunu söylüyor ama Veysel’in ziyaretinden sonraki bölümlerde. Kitapçısı var kızın, Galata civarında. Veysel dükkândayken aradığı kitaba dair hiçbir şey bilmeyen bir adam geliyor, kitabı aradığını söylüyor. Bir ipucu, Veysel adamın aradığı kitabı biliyor, içinden tren geçen bir başka kitap, Calvino’nun. Nereden biliyor, onun kurgusunun içinde miyiz? İşkilimizle mutluyuz, okumayı sürdürüyoruz. Dönüş yolunda yazarla anlatıcıyı ayıran çizgi bulanıyor, Veysel kitap fikirlerini kaydettiği deftere bakarken “MUZ BEYAZI”nı görüyoruz, duvar şöyle sağlam bir sallanıyor ama yıkılmıyor çünkü temeli tamamen oyuna dayalı, ciddi diyaloglarda bile oyunun izi var, kurgu temelde ciddiyetle ele alınmış olsa da içeride havaifişekler uçuşuyor, revü tam ayarında, metnin ve yazarın niyeti çok açık, makara diyaloglar ve olaylar çıkıntı yapmıyor. Pek hoş. Bir oyun örneği: Veysel Zenon Sokağı’nda oturuyor, yolu hep yarılayarak eve varamayacak. Ne yapmalı, sokağı hareketine uyarak eve ivmelenmeli. Kurcalıyorum, Martin Cohen’ın 101 Felsefe Problemi nam metninde “Akhilleus ve Kaplumbağa” problemi başlı başına mevzudur, Zenon’un bu paradoksuna modern matematikçiler hareketle değil, “uygun yerde bulunma”yla çözüm getirirler, bu yüzden varlık her an hareket halindeymiş gibi görünür. Zaman çok parçalı yapılara ayrılabilir, parçacıkların sürekliliğinin yanında pek çok parçanın birbirinden ayrıklığının algılanma biçimi de zamanın bir yorumu olabilir, kısacası zamanla ilgili meseleyi bu metnin çok parçalılığına yaslayabiliriz, Veysel’in bölünmüşlüğü, gerçek-kurmaca ayrımı da şöyle bir kafayı uzatır oradan, onu da bağlarız. “Her iki durumda da, Zenon’un gösterdiği gibi, sorun vardır: Akhilleus kaplumbağayı yakalayamaz, ok da ilerleyişinin her bir anında hareketsizdir ve bunu idrak ettiğinde dehşet içinde yere düşmelidir.” (s. 198) Veysel okluğunu reddederek ulaşır hedefine, anlatı bu reddin eseridir. Korktuğu anlar vardır belki, ilişkisinin seyrini öngöremez, kutsal metni nasıl tamamlayacağını bilemediği sıralarda gerilir ama sonuçta, son bölümde çoktan seçmeli bir noktaya varırlar, birliktedirler hâlâ, hangi senaryoyu seçersek seçelim. Başa dönmekten de bahsedilir sonda, anlatılan tekrar anlatılabilir, başka bir kurgusal biçim aynı hikâyeyi farklılaştırabilir, kurmacanın en temel niteliği olan her şeyin halihazırda anlatıldığı fikrine meydan okunmasını sağlayan güdü öylece duruyor, ok bu yüzden düşmüyor yere. Sona varmayacaktım, adam işini bulmadı daha. Sofya arıyor, dükkâna bir adamın geldiğini ve kartını bıraktığını söylüyor. Dükkânın mimarisi, eşyalar, her şey köşesiz, kendine varan bir yapıda, kitapçı için uygun bir nitelik. Kartını bırakan Zerbent Deveci’nin ofisiyse trenleri çağrıştıran nesnelerle dolu, çünkü trenler ve demiryolları çağımızın mucizeleri, üstelik elde bir din ve henüz yazılmamış kutsal kitap var, o halde Veysel neden tamamlamasın kitabı? İyi de para veriyorlar, bol sıfırlısından. Trenle gidip kitabın koruyucusunu bulacaklar, kitabı alacaklar, Veysel işe koyulacak. Bilge, Musa ve Sofya da gelecek, dinî teşebbüsün ilginç üyeleriyle birlikte. Yol kısmı çok eğlenceli, hemen her bölüm oyunlu. Veysel’in kurgusunu okuyup okumadığımıza dair ikinci ipucu yolculukta ortaya çıkıyor, kitabın koruyucusu Yakup Aziz Bey’in ne iş yaptığını söyleyecek Sofya, tansiyonu artırmak için tahmin istiyor. Veysel’e göre “diğer bütün sorular gibi cevap gerektirmeyen sorulardan”, aklından at bakıcılığı, sokak müzisyenliği ve kasaplık geçiyor, et yemeyi sevdiğinden olacak, kasap çıkıyor adam. Kesme biçme işinden de hoşlanıyor olabilir ama buna dair bir emare yok, et sevdiğine dair de emare yok, bunun yanında sokak müzisyenleri kafa ütüler, at bakıcılığı atlara bakmakla ilgilidir, dolayısıyla kasaplık bu bilinmeyende geçer akçe. Yolda Nâzım Hikmet’in makinalaşmakla ilgili şiirine de rastlarız, Mayakovski’nin fütürizmi anılır, sonrası serüven. Kutsal metnin “Railway to Heaven”la tamamlanması da pek hoş.
Anlatının doğası her şeyi her şeyle bağlıyorsa da bir iki bağlantı tümsek yapıyor, belki anlatıcının ciddi veya matrak bir meseleden sonra zıt bir sese kavuşmasından ötürü. Örneğin bir noktada, Yakup Aziz’in öldüğünü öğrendikten sonra Galip nam karakter, Bilge’yle fikfik peşindeki adam gözlerindeki yaşları silecek, yanlış kapıyı çaldıklarını umacak. “Tıpkı yanlışlıkla gönderdiğimiz mesajları bir anlık umutla doğru kişiye gönderdiğimizi sandığımız o küçük mutluluk gibi.” (s. 73) Hemen geçici, çok uçucu bir durum için uzun, ciddi bir açıklama, anlatının tamamıyla kıyaslayınca oldukça görünür bir şey. Bir tane daha var ama yerini bulamadım şimdi, gerçi adamın ölümü Veysel’de raydan çıkma etkisi yapmış da olabilir, benim kuruntumdur bu, bilemiyorum, zor işler. Başka her şey dengeli, yolunda, mis.
Pek eğlenceli, yüce dağ başlarında oynamalı, şaşırtıcı. İlgilisi okusun, bana nefes aldırdı.
Cevap yaz