Metnin çevirmeni Hârun Ömer Tarhan, “Dilmacın Andıcı” başlıklı bölümde gezgin Kazancakis’in fizikötesi yolculuğunu, yaşam felsefesini içeren bu metnin Nietzsche’nin “çileci ülküler”ine yerel, kişisel bir yanıt olarak da okunabileceğini söylüyor. Kazancakis’te derin izler bırakan Homeros, Bergson, Buda, Zorba ve Nietzsche beşlisinin izleriyle yürüyüş boyunca karşılaşıyoruz, ayrıca Eski Yunancaya öykünen, Finnegans Wake‘teki sözcük tercihlerini andıran bir üslup kullanan Kazancakis çevirmenin tercihlerini de etkilemiş, Tarhan bu tür bir üslubun karşılığı olarak bugün pek kullanmadığımız sözcükleri tercih ediyor. Yer yer yadırgatıcı olabiliyor bu, Tanrı bahsinde “kerim” yerine “iyiliğisaltık” sözcüğünün kullanımı örneğin. Dilden dile aktarımda korunmaya çalışılan özelliğin hedef dildeki karşılığı problem yaratıyor bu kez, başka bir sözcükle denge tutturulabilirdi, tutturulamayabilirdi, bilemiyorum. Tarhan niyetini açıkça anlatıyor, metnin bu niyet göz önünde tutularak okunmasını istiyor, bu. Kimon Frian’ın “Nikas Kazancakis’in Tinsel Çileciliği” adlı sunuş yazısı geliyor ardından, Kazancakis’in yaşamının bir dönemini ele almasının yanında metnin yazılış serüvenine değindiği için önemli. Kazancakis’in 1922’de eşi Galateia’ya yazdığı bir mektuptan kısa bir bölümle başlıyor. Hasta, yalnız bir adam, 39 yaşında, Viyana’da egzama sandığı bir hastalıktan mustarip, acılarını anlatıyor. Yemek yiyemiyor, kamışla beslenebiliyor, sakallarını kesemiyor, ruhsal bitikliği yaşamını cehenneme çevirmiş durumda. Patologlar, dermatologlar hastalığına çare bulamıyorlar, Kazancakis ermişlerin yalnızlığını anladığını söylüyor. Yalnızlıktan lepraya yakalanmak hayal olmaktan çıkacak gibiyken bir psikoloğun telkinleri sonucu Viyana’dan çıkıp Berlin’e gidiyor, mektuplarında daha iyi olduğunu söylüyor. Buda üzerine yazdığı üç bin dizeyi sildiğini öğreniyoruz, yeni bir biçimde tekrar kurmak, daha zor, ağırbaşlı bir forma ulaşmak için çalışmaya başlayınca Çileci‘nin ilk kavramları çıkıyor ortaya. Bu sırada Viyana’ya dönüp sosyal yaşamını sürdürmeye çalışıyor, bir akşam tiyatroya gitmesiyle yaşamı değişiyor adeta. Tiyatroda komşusuyla karşılaşıyor, çekici bir kadınla. Oyundan sonra kısa bir yürüyüş, odaya davet. Kadın o gece değil, ertesi gece geleceğini söyleyip evine girince Kazancakis mutlulukla uyuyor. Ertesi sabah dudakları ve çenesi şiş, bütün yüzü davul gibi şişmiş bir halde uyanıyor, o haldeyken bir akşam operaya gidince yanına biri yanaşıyor ve sıkıntısının ne olduğunu soruyor. Dr. Wilhelm Stekel’le böyle tanışıyor Kazancakis, rahatsızlığının sebeplerini öğreniyor. Bambaşka bir çağda yaşamaya çalışan, Ortaçağ’daki sıkıntı kaynaklı hastalıklara yakalanan bir adam için sıkı bir perhizden başka bir şey yapılamaz, Buda’nın öğretisini hatırlayan Kazancakis tutkularından arınıyor, kendini denetim altına alıyor ve Viyana’dan uzaklaşma ihtiyacını duymazdan gelememeye başlıyor. Metinlerinde izlek olarak görebiliriz bu ketlemeyi, Çileci‘nin doğurdukları başka karakterlerde büyüyor. Mektuplarında Lenin’e dair izlenimler, politik görüşler belirmeye başlıyor bir süre sonra, kendi burjuva yaşamından tiksindiği ölçüde siyasi görüşleri biçimleniyorsa da bir hareketin içinde, aktif bir şekilde rol almadı, sanatını kullanarak “entelektüel şiddet” denebilecek tepkilerini sundu. “Kazancakis, uzgörüsünü araya giren herhangi bir aracının bozumu olmaksızın doğruca tinden yaşayan eyleme dönüştürmenin özlemini çekmekteydi. Yazarlık alışverişinin araçları olan sözcükler dahi iletişimde engel olarak iş görmekteydiler; ancak yine de onları güzelleştirmede umutsuzluğa kapılmadı hiç, kaba yapı bloklarıymışçasına yontarak onları yükselen imgeler kıldı.” (s. 27) Odasına kapandı, yolculuğunu Odysseas’ı anımsayarak kurguladı, Tanrı’yı arayışında kendine kurmaca yoldaşlar buldu. 1923’ün Nisan ayında eşine yazdığı mektupta metni bitirdiğinden bahsederken heyecanlı olduğu anlaşılıyor, yaşadığı çekişmeleri, aşkınlıkları anlatıp anlatamadığını bilmiyor da, çok tedirgin. Komünizm üzerine kafa yoruyor bir yandan, komünizmin teorik yanıyla ilgileniyor ama komünistlerden kabul görmüyor, çoğu yapıtı Rusya’da yasaklı üstelik. Olumsuzluklara rağmen şöyle bir açıklamada bulunuyor: “‘Çileci, 1923 yılında Almanya’da yazılmış olup, Komünist Ülkü’nün dar, çağdışı ve özdekçi kavranışı içerisinde kolaylıkla soluklanamayan Alman, Leh ve Ruslardan oluşan komünist bir çevrenin ruhsal tedirginliğini ve umutlarını dışavurmayı amaçlamaktadır.’” (s. 33) İnsan’a adamış kendini, insanlara veya ideolojilere değil. “Üstinsan”ı olanaklı kılabilecek tinsel koşulların iyileştirilmesini diliyor. 1924’te İtalya’ya yaptığı yolculuk kendi tininin bir nebze sağaldığını gösteren olaylara sebep oluyor. Assisi’de kaldığı dönemde meşhur azizin hikâyesi üzerine çalışıyor, verimli bir dönem. Orada tanıştığı bir kontesle dost oluyor, aralarında ilginç bir çekim oluşuyor. Kazancakis Assisi’den ayrılması gerektiğini söyleyince yetmişli yaşlarındaki kontes ağlamaya başlıyor, gitmezse bütün mal varlığını Kazancakis’e bırakacağını söylüyor ama Kazancakis gitmeye niyetli. Sözleşiyorlar, sekiz yıl sonra aynı gün Kazancakis gelecek, birlikte yemek yiyecekler. Sekiz yıl sonra Kazancakis İspanya’da, verdiği sözü hatırlıyor ve seksenine yaklaşan kontesin yaşayıp yaşamadığını öğrenmeden İtalya’ya, kontesin evine gidiyor. Kapıda sekiz yıl önceki uşak. Kontes ilerleyen yaşı nedeniyle yatak odasında. Çiçekler, tatlı ve gözyaşları. Akşam yemeğinin ardından uzun bir konuşma, bu kadar. Birbirlerini bir daha görmüyorlar, kontes birkaç ay sonra ölüyor. Çile böyle kutlu rastlaşmalara da yol açıyor, yolculuğun sürprizleri.
Esas metin altı bölümden oluşuyor, ilk bölüm “Çileci”. Gündelik yaşamın amacının ölümsüzlüğe ulaşmak, yaşamın amacının ölüme varmak olduğunu söyleyen Çileci, metafiziksel yolculuğunun duraklarını numaralandırmış, birbiriyle bağlantılı bölümler ayrı ayrı mantralar olarak görülebilir, bir araya geldiklerinde tek bir aydınlanma anıymış gibi değerlendirilebilir. Evrenin kaosunun ve düzeninin uyumunu görmekle başlarız, görüş sayesinde eylemler anlamlanır, kozmik uyum ortaya çıkar. Zihin bu uyum karşısında yalnızdır, yalnızlığını haykırır, sonluluğunu fark eder, imlediği yüzünü kaosun yüzü haline getirir. “Tedirginliği derinden, kanayarak yaşa, ikinci ödevindir bu.” (s. 71) İlkeler birer birer ortaya çıkar, Kazancakis mektuplarında Tanrı’dan ilkelerinin eyleme dönüşmesi konusunda yardım ister, yakarışlarının amacı kurtuluş için devinme imkanının sağlanmasıdır. Yaşamın ötesinden şaklayacak kamçıyı arar Çileci, bedenini ezip Görünmez Olan’a kavuşturacak darbeleri bekler, yaşama içkinliğini umursamaz, üzerine düşecek ilahi gölgenin bulunduğu yeri bulmak için yürür. İçinde biri yardım ister, kurtulmak için taşıyıcısına haykırır, diğer yandan kapalılığın dinginliği belirir, Çileci kararını çetin yollardan geçerek verecektir. Kendisinden öncekileri anımsar anımsamaz onların yükünü de omuzlar, yanındaki suretleri seçmeye başlar. Ölüler toprakta değildir, gelecek kuşaklar yürektedir, kalabalık bir yürüyüştür onunki. “Tutkuların ve düşünülerin daha eskidir yüreğinden ve aklından.” (s. 109) Bousquet’den esinlenmiş midir acaba Kazancakis, “yaraları ondan önce de vardı”. Bütün korkular, acılar derlenir, tekrar yaşanır, mutsuzluğun bittiği yerde mutluluk başlar ama kolayca yaşanacak gibi değildir bu mutluluk, bedeli ağırdır. “Denizaşırı türkü” içe çekilmeli, böylece Odysseia’nın sebatı dayanma gücü verir, uğultulu suyun karanlığıyla dolu sevinç, haz ve ölüm yolcunun istikametini belirler. Çığlık’ın itkisini de anmalı, irkiltide büyüyen mücadele özü genişletir, ödevleri konusunda insanı harekete geçirir. Tanrı’nın sesi bu, Kazancakis’e göre Tanrı insanları umursamaz,hayvanları, erdemleri, düşünüleri, hiçbir şeyi umursamaz, katılıkla ve yabanıllıkla doludur. Monolitik bir teizm anlayışı Kazancakis’teki, acının sağaltıcılığının Tanrı’ya dek çoğalmasını imliyor. “Tanrı kurtaracak değil bizi; biz kurtaracağız Tanrı’yı, savaşarak, yaratarak ve dönüştürerek özdeğin özünü tine.” (s. 167) Bir parça çamurluk toprak: İnsan. Yeryüzünde bulacak cevapları, Tanrı her ne kadar umursamaz olsa da insan ilahi melodiyi dinleyecek, eşlik etmeye çalışacak ve kalbinde doğan müziğini evreninkiyle birleştirerek çıkış yolunu Tanrı’ya gösterecek. Bu bir yaratı, kurtuluşun tasarımı, ne zaman bundan kurtulunursa o zaman Tanrı’nın esası anlaşılacak. “Yak!” diyor Tanrı, başka türlü bitmeyecek bu yol. Biter oysa, her şeyden vazgeçildiği an.
Kazancakis’in mezar taşında yazan ünlü söz bu kitaptan, olasıdır ki Kazancakis’in kendi de bu kitaptan.
Cevap yaz