Toplumculuğu Demir Perde ülkelerinden gelen pek çok şairle bir araya getiriyor Özer’i, konuşmalarından bazıları bu açıdan çok değerli, başka ülkelerde edebiyatımızın bilinip bilinmediğinden haberdar olabiliyoruz böylece. Gerçi haliyle biraz yanlı oluyor bu röportajlar, toplumcu yazarlarımızın ve şairlerimizin dışında anılan sanatçılarımız yok, propaganda kokusu da var. Olsun, önce bu sanatçıların röportajlarına bakıyorum, Simonov var başta. II. Dünya Savaşı’nın bir daha tekrarlanmaması için insanlığın elinden geleni yapması gerektiğini söylüyor, sonra çevirdiği şairlerden bahsediyor. Nâzım Hikmet var tabii, Çek Nezval ve Polonyalı Yulian Tuvim var, “içeride” sanat hareketli. Yeni yazarların çıktığını, insanların eski adları değiştirmesi gerektiğini söylüyor, anti-faşist edebiyatın sahip olması gereken nitelikleri anlatıyor. Bundan sonra Soljenitsin için söyledikleri ilginç, Sovyet Yazarlar Birliği’nden çıkarılması istenen Soljenitsin’in Kanserliler Koğuşu nam metninin küçük değişikliklerle basılabileceğini savunuyor Simonov, sonrasında yanıldığını iddia ediyor: “‘Düşünceleri, ülküleri Çarlık Rusyasında. Bunlar çok gerici, anti-sosyalist düşünce ve ülküler. Nitekim Alman basın tröstü sahibi Axel Springer destekliyor bugün Soljenitsin’i. Doğal bir şey. Soljenitsin politik düşmanımdır bugün benim.’” (s. 24) Eh. Nâzım Hikmet’in terekesini Edebiyat Mirası Komisyonuna aktarmışlar, Rusya’da okuru çokmuş, serbest Rus şiirine ciddi bir etkisi varmış Hikmet’in. Simonov Türkiye’ye ikinci kez gelince Arkeoloji Müzesini gezmek istemiş, kapalıymış, açmışlar. Yaşar Kemal ve Orhan Kemal tanınıyormuş Rusya’da, Aziz Nesin de tabii. Dağlarca, Oktay Rifat, Rıfat Ilgaz ve Ahmed Arif bir antolojide yer almışlar, Türk edebiyatı Rusya’da beğeniliyormuş kısaca. Anar’ın röportajı geliyor ardından, kitapçılarımızı gezerken ABD’li kaçıncı sınıf yazarların kitaplarına rastlamış da Azeri yazarların hiçbir kitabını görmemiş, üzülmüş. Kaynaklar ortak, meseleler de bir noktada ortak, aslında çevrilecek çok Azeri yazar var ama ilgisizlik şaşırtmış Anar’ı. Azerbeycan’da Tevfik Fikret, Reşat Nuri Güntekin, Ömer Seyfettin gibi yazarlar biliniyormuş, çağdaşlardan da Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Dağlarca, Orhan Veli. 1970’lerin ortalarında yapılan röportajlar bunlar, isimleri bu açıdan düşünmek lazım. “‘Anladım ki halklarıyla, onun dertleri, yaralarıyla bağlı, bu dertleri, yaraları kendi özel yaraları gibi duyuyor yazarlarınız.’” (s. 31) Anar’ın iki metnini okudum ben, gerçekten de problemlerimiz, acılarımız bir. Sıraselviler’de Bir Otel Odası‘nı Everest basmıştı, iki ülkenin insanları arasındaki benzerlikler, farklılıklar ilgi çekici, tavsiye ederim, okuyunuz. Bu arada konuşmaların çoğu Cumhuriyet‘te yayımlanmış, arada Milliyet Sanat Dergisi gibi dergilerden de yazılar yer alıyor.
Aytmatov da metinlerini yazarken Türkçeye çevrileceğine inandığını söylüyor, ele aldığı konular benzeştiği için. Devrim sonrasında Kırgız edebiyatının Sovyet etkisiyle yenilikçi bir yola girmiş, hem geçmişi, geleneği hem de geleceği içeren yeni bir edebi ortam oluşmuş. Türk edebiyatı daha büyük kitlelere ulaşmalı Aytmatov’a göre, çoğu yabancı yazarın söylediği şey. Bulgar, Roman şairlere baktığımızda Nâzım Hikmet başta olmak üzere pek çok Türk şairi takip ettiklerini söylüyorlar, arada numunelik Metin Eloğlu var, geri kalanı ideolojik yakınlıktan ötürü tutulan şairler. Alenen propaganda yapan yok ama bir iki sanatçının söyledikleri ilginç. Laurentiu Fulga, Çavuşesku’nun kültür politikalarını övdükten sonra ekliyor: “‘Şu anda Romanya’da tek bir insan, yazar olsun olmasın, siyasal görüşünden dolayı tutuklu değildir. Kritik konuları kapsayan kitaplar yayınlanıyor, ama kimse yargılanmıyor. Her türlü sanatsal görüş savunulabilir. Fantastik şiir de, modern şiir de, folklordan kaynaklanan şiir de. Yalnız faşizmi, ırkçılığı, seksi öven, halkları birbirine düşürücü kitaplar anayasaya aykırıdır, yayınlanmaz.’” (s. 202) Eh.
Melih Cevdet Anday, Raziye‘yi anlatırken şiirinin değişimini de anlatıyor, “sulandırılmış duygululuğa” karşı olan hareketin görevini tamamladığını söylüyor. Anday’a göre şiir eğitimi verilmeli insanlara, ozanın duyarlılığını gösterecek, şiir bakışını öğretecek bir süreç olmalı. Şiir faslı bittikten sonra romanını anlatmaya başlıyor, köy romanı diye bir şey olamayacağına dair fikirleri hatırlatılınca Raziye‘nin köyde geçmesinin asıl problemlerin kentte olduğu fikrinin değişmesinden kaynaklanmadığını, bireyi temel alarak mekan değişimine rağmen kentli problemlerini çözemeyen insanlara odaklandığını anlatıyor. Yaşar Kemal’in röportajı sonra, çocuklara insan olarak yaklaştığını söylüyor Yaşar Kemal, her şeyi anladıklarını ve yetişkinler gibi her yükü taşıdıklarını anlatıyor, bu yüzden röportaj serilerinde özellikle sokak çocuklarının problemlerine eğilmiş. Sirkeci’de garda ve sokaklarda yaşayan çocukların problemlerine eğilmiş. Cinsel saldırılara uğrayan, sömürülen sayısız çocuğun yaşam standartlarının yükselmesi Yaşar Kemal’in başlıca meselesi olmuş bir dönem. “‘Bırakmayacağım bu çocuk sorununu. Romanını yazacağım, hikâyesini yazacağım. Yıllardan beri kafamda olan, kaçan çocuklar üzerine bir romanım var. Adı de hep geçer, Kimsecik. Elimdeki bu zenginlikle bu romana şimdi daha iyi, sağlıklı yaklaşabilirim.’” (s. 49) Çocuk edebiyatı da mercekte, Yaşar Kemal’e göre “Tom Miks” türünden kitaplar çocuklar için çok tehlikeli, büyüklerden masallar, halk hikâyeleri dinleyerek, Dadaloğlu ve Karacaoğlan okuyarak büyümek daha sağlıklı Kemal’e göre de zaman akıyor, çağ değişiyor, o iş artık zor gibi gözüküyor. Çocukların anlattıklarını aktarıyor biraz biraz, örneğin “Babacık” diye bir oyunları var, homoseksüel adamları kandırıp kuytuya çekiyorlar ve soyuyorlar, daha bir sürü hikâye.
Özer ressamlarla, fotoğraf sanatçılarıyla, politikacı sanatçılarla da birçok röportaj yapmış, bunlar genelde kısa. Dostlar Tiyatrosu’yla ve Birlik Sahnesi’yle ilgili birer röportaj var, yine kısa. Şükran Kurdakul’la yapılmış röportaj ilginç, pek çok yazarı edebiyatımıza kazandıran, nice şairin ve yazarın metinlerini basan Ataç Yayınları odakta. Kurdakul 1958’in sonlarında Ataç Yayınları serüvenine başladığını söylüyor, 1966-1967 arasında yüze yakın kitap yayımlamış, sonraki yıllarda ancak 10-15 kitap yayımlayabilmiş, bunda edebi çalışmalarına ağırlık vermesinin ve ekonomik durumun etkisi var. Önemli çevirmenlerle çalışmış, Tahsin Yücel’inden Vedat Günyol’una pek çok çevirmenin imzası var çevirilerde. Mao’nun, Kazancakis’in ilk çevirileri Ataç’tan çıkmış, bunların yanında Melih Cevdet Anday’ın, Asım Bezirci’nin ilk deneme-eleştiri kitapları, Necatigil’den İlhan Berk’e kadar pek çok şairin şiir kitapları Ataç’tan yine. Röportaj 1976’da yapılmış, Kurdakul son on yılda ticari beklentilerin arttığını, yayıncıların piyasa koşullarından ötürü zorlandıklarını söylüyor, ekliyor: “‘Bu ticari bir iş değildir. Kültür savaşımızda mutlaka yeri vardır. Tek başına düşünüldüğü zaman kişinin kendisini adamasını karşılayacak manevî ödüller verir. Dolayısıyla ideolojik savaşın da bir parçasıdır. Ancak bütün bu, işin yapısından gelen kaçınılmaz zorluklarla mücadele, öteki yazar-yayıncı arkadaşlarımızda görüldüğü gibi, yazarlık yönünün geride kalmasına yol açmaktadır. Ben artık bunu göze alamıyorum. Daha çok, sanatçı yönümü gölgede kalmasına neden olan engellerden arınmak istiyorum.’” (s. 93) Sonra bırakıyor işte.
Ömer Polat’ın röportajından da bahsetmeliyim, Madaralı Roman Ödülü’nü kazanan Polat köy romanı yazmadığını, işçi sınıfı romanının salt fabrika çevrelerinde geçmek zorunda olmadığını söylüyor, memleketi Ağrı’nın insanlarını anlatmak tek gayesi. Romanındaki karakterlerin var olamayacaklarını iddia edenlere şöyle cevap veriyor: “‘Doğunun da doğu insanının da bilinmemesinden kaynaklanıyor bu dediğiniz. Tarihsel süreç bilinmiyor en başta. Oysa 16. yüzyılda beylikler verildi doğuya, bu beyliklerin kendi aralarındaki savaşlar hâlâ sürüyor. Hamidiye alayları oluşturulmuş bu yöre için Osmanlılarca. Ermenilerle savaşlar, isyanlar… Tarih bilinmediği için bura insanlarının davranışları da bilinemiyor. Anadolu’nun başka bir yöresinde gökten uçak geçse belki yalnız çocuklar kaçışır. Oysa doğuda herkes kaçar. Çünkü uçak, zulüm aracı olmuştur doğu için. Böyle bir tarihten gelen insanların yaşamında korku olduğu gibi direnme gücü de vardır, bilinç de vardır. Vietnam’dan söz açan bir romandaki yaşama neden inanıyoruz? Çünkü orada savaş olduğunu biliyoruz, savaş içinde de öyle olaylar olabileceğini düşünüyoruz. Hem tarihsel süreç bilinse, hem de doğudan söz açan bir roman birikimimiz olsa yadırgama olmazdı kuşkusuz. Doğudan söz açan romancının şanssızlığı burada.’” (s. 133)
1970’lerin sanat ortamına göz atıyoruz bu röportajlarla, meraklısı okusun.
Cevap yaz