Roman denmiş, romanlık bir durumu yok gibi gözüküyor. Beş öykü, her birinde ayrı bir karakterin anlatıcılığında ilerliyoruz. Ortak karakterler var sanırım öykülerde. Sanıyorum, çünkü Mustafa Abi mesela, iki öyküde geçiyor ama aynı kişi olup olmadığını çözemedim, elde yeterli veri yok veya ben kaçırdım. Yazarın kendini karakterleştirmiş hali olabilir bu arada, biyografisinde bakkallık yaptığı söyleniyor. Neyse, Dokuzuncu sınıfa yeni başlayan bir anlatıcıyla yetmiş yaşındaki bir diğerinin sesi, anlatımı aynı. Bu tür metinlerdeki en büyük problem bu sanırım, karakterler kendi seslerinin özgünlüğünü duyuramıyorlar. Varoş kümesindeki herkesin aynı anlatım biçimine sahip olmasıyla savunulabilir bu, söz gelimi yoksulluğun sesleri aynılaştırdığından bahsedilebilir ama o zaman karakterler arasında koşutluklar kurulması lazım, liseye yeni başlayıp karşı cinsi keşfetmeye çalışan oğlanın bölümünde gelir durumuyla ilgili pek bir bilgi yok, ölümü bekleyen ninenin kocadan kalan maaşı var, tek sosyal aktivitesi cenazeler ve düğünler mesela, bu ikisinin yaşamı bambaşka biçimde görmeleri kurguyu daha şık bir hale getirebilirdi. Öykülerdeki asıl mesele oynanan oyunun göze sokulması sanırım, anlatım biçimi okurun dikkatini hep çağrışımlar, dil oyunları vs. üzerinde tutuyor, hikâye parlak bir şekilde akıyor ama o parıltı yüzünden karakterler açılmıyor, yaşadıkları faciaların izleri oyunlar arasında yitip gidiyor. Sadece takla atılan öyküler diyemem, yine de anlatıcının, “Bana bakın bana!” mesajı çok bariz, bir ölçüde rahatsız edici. Yurthan’ın kurgu anlayışı başarılı olsa da başka bir metnini okuyacağımı sanmıyorum, okurun metne dahil olabileceği herhangi bir açıklık yok, hadi olmasın, olmayabilir, bu kez anlatımın oyunculluğu zihinde ekşi bir tat bırakıyor. Bana göre değil sanırım bu kadarı.
İstanbul’un, Ankara’nın varoşlarında geçiyor olaylar. İlk öykü “Nusret”, her öykü anlatıcısının adını taşıyor. Annesinin cırtlak sesiyle uyanan Nusret hemen her gece kamyon deviriyor, annesinin karşısına o halde çıkması sıkıntı. Üç ağza, üç burna, besmele, gusul tamam. Otuz iki yaşında adam, çalışmıyor, anne ve babayla birlikte yaşıyor. KPSS’yi halledemediği için babasından laf yiyor, laf yerken annenin ve babanın yemek döngülerini inceliyor, turşuyla birlikte ekmek, ardından çorbayla birlikte fasulye, böyle ritüeller. Azar işitirken yerdeki halı desenlerini incelemek gibi, bu hoş bir detay. Nazmiye Teyze ve dul kızı Hacer misafirliğe geliyorlar, o sırada Nusret matematik çalışıyor içeride. Seks yoksunluğundan ötürü Hacer’le kaç dakikada sevişeceğini hesaplıyor, aklından geçen soruları da sözel derslerle eşliyor, bu da hoş bir detay ama çıkıntılar çok, mesela akışın ortasına şunlardan serpiştirin: “Devlet bana da yardım etmeli. Memur yapsın beni. Nazmiye Teyze’nin sesi karışıyor araya. Oldu canım. Devlet baksın. Her derdi olan devlete koşsun. A kentinden saatte 5 kilometre hızla devlete koşan sahipsiz kadın devlete 3 ayda varır. B kentinden saatte 2 kilometre hızla devlete koşan Hafize Teyze devlete 5 ayda varır. Devlet hangi kadına daha çok bakmış olur? Bak kızıma. Damat vefat etti.” (s. 7) Bu tür numaralar var, tek bir tür. Neyse, Nusret’i hocaya yolluyorlar, onun da bir faydası olmuyor. Kahvehane faslında Tarkan Abi’yle tanışıyoruz, çaça bir adam, son beş senede Allah için bir şey yapmadığını söylüyor, günâhkar bir adam. Bu din bahsi hemen her öyküde ortaya çıkıyor, arada kalmış insanlar dinî hükümlere boyun eğer gibi görünüp yasaklanmış her şeyi yapıyorlar. Burada da Nusret’in babası 1.000 TL para veriyor mesela, çocuk gidip dershaneye yazılıyor, pazarlık yaparak bir miktar parayı kurtarıyor ve geneleve gitmeye çalışıyor ama günah, zinhar zina büyük suç. Hocayı imam nikahı için ayarlıyorlar, yallah geneleve. Nusret bir türlü beceremiyor işi, kadınlara âşık oluyor, yanındaki abilerine verdiği borç parayla onların işlerini görüyor bir anlamda. Ecnebi kadın, Müslüman kadın, erkeklik meseleleri, iş güç, sokaktan bir hikâye işte.
“Kadir”e geldik. Kadir hafız ama bir kez olsun namaz kılarken görülmüşlüğü yok. Hafızların ailelerinden seksen kişi direkt cennete gidermiş, kontenjan hemen dolduğu için kendi eşini, çocuklarını düşünüyor Kadir, bu arada 150 TL’ye birilerinin ruhu için hatim indiriyor, tarifeyi de ayarlamış, Yasin için 15 TL alıyor mesela. Yanında çalıştığı galerici abisi bol bol dua ettiriyor Kadir’e, kendisi günahkâr ama Kadir’in dualarıyla, hatimleriyle cennete gidebilir. İşte bu Kadir kardeşin Aylin diye bir sevgilisi var, Aylin’in geçmişindeki erkeklerin hiçbiri Kadir’e benzemiyor, Aylin bu yüzden Kadir’i seviyor ama oğlan pek sevilecek biri değil açıkçası. Denk geldiği kadına ve kadının çocuğuna yardım ediyor, bakkal borçlarını falan ödüyor, o da vicdani rahatlığa kavuşmak için. Finalde diğer erkeklerden pek de farklı olmadığını gösteriyor.
“İsmail” bir tuhaf adamdı, üç kuruş için… İsmail okulun ilk gününde kendisi gibi olmayan, zayıf ve yakışıklı bir arkadaş arıyor, kızlara bakıyor bir de. Dört kıza yirmi küsur erkeğin düştüğü bir sınıfa vermişler onu, giriyor, en güzel kızın yanına oturuyor. Birkaç gün atlaya atlaya görüyoruz olayları, araları önce iyiyken kız bütün oğlanları peşinde koşturmaya başlıyor, beğenmediği İsmail’i kovuyor yanından. Başka bir kıza sarıyor bu kez İsmail, kızın saçma sapan bir şartını yerine getirmek için başka bir arkadaşının boğazını sıkıyor, sonra esas kızın tehditlerinden tırsmaya başlıyor. Karşısına çıkan iri yarı çocuğun karşısında erkek kesiliyor, kendini kabadayı gibi görüyor, hasbelkader dövüyor elemanı. Eleman ağlıyor, herkesin içinde hacamat oldu. Kahraman oluyor İsmail, herkes onu konuşuyor, kızlara poz keserken ağladığını gördüğü elemanın yanına gidesi gelse de gitmiyor, en başta aradığı dostluğu elinin tersiyle itiyor böylece. Bir nevi erginlik ayini İsmail’in yaşadıkları, toplumsal rolünü iyi belliyor, yaşamının geri kalanında çeneye indirdiği sıkı bir yumruğun bütün dertlerini çözeceğini düşünecek muhtemelen. Yurthan’ın ele aldığı meseleler gerçekten iyi, alt sınıfların dertlerini iyi kurguluyor.
“Neşet”te babasızlık belası var, Neşet okulu bırakıp ayakkabıcıya çırak olmuş, sokakta gördüğü arkadaşlarından biri okula dönmesini istiyor ama durumu anlatamıyor Neşet, babası basıp gitmiş, kardeşleriyle annesi kalmış geriye, temizlikçilik yapan annesine yardım etmesi lazım, evin erkeği artık o çünkü. Eve durmadan haciz ekibi geliyor bir de, buzdolabı gidiyor, televizyon gidiyor. Bakkaldan kola alıyor Neşet bir gün, çikolata alıyor, aşırıyor daha doğrusu, eve geldiğinde kapı çalıyor. “Yine ne götürecekler ki? Küçük kız kardeşim kolayı saklıyor. Televizyon boşluğunu götürebilirler.” (s. 69) Çocukların duygu dünyaları muazzam, Yurthan’ın en iyi öyküsü bu olabilir, çok oynamıyor çünkü, oynuyorsa da anlatıma cuk oturtuyor. Sonrasında kalabalık bir ailenin çocuğunun boynuna bir kesik, kavgada kan çıkıyor, doğruca polise. Annesi hayal kırıklığına uğrasa da umudu kesmiyorlar Neşet’ten, babasına ne kadar az benzerse o kadar iyi. Benzemeye vakti kalmıyor gerçi, kesik attığı çocuğun abileri olaya müdahil oluyorlar. Son.
Bir öykü kaldı, okurun ellerinden öper. Son iki öykü, “İsmail”i de katabiliriz belki, iki buçuk öykü ilk iki öykünün karmaşasını taşımıyor, dengeli öyküler. Kısa cümlelerle kurulmuş bütün öyküler, karakterlerin uzun uzun düşünmeye zamanları yok, belki bilişsel yetenekleri de yok, varoş ortamında o kadar.
İyiliği kötülüğü zamanla denkleyerek anlamlandırıyorum ben, bu öykülerin yerine başka şeyler okuyabilirsiniz ya da varoşların Yurthanca anlatımını görmek isterseniz buyurabilirsiniz. Beni pek tatmin etmedi açıkçası, ne diyeyim. Doğrudan varoşları anlatmıyor ama Onur Orhan’ın Can’dan çıkan metninde daha başarılı bir varoş ortamına denk gelebilirsiniz. Burhan Günel’in Başka Bir Yaz‘ını da tavsiye ederim, gecekondu mahallelerinin daha iyi bir anlatımını görmedim.
Cevap yaz