Zeynep Ankara – Terkedilmiş Sokakta Sessiz Bir Gölge Oyunu

Behçet Aysan’a ithaf edilmiştir, basıldığı yıl 1993. Küstah ve Cüretkar: Türkiye’nin Doksanlı Yılları‘nı da yeni bitirmişken metindeki göndermeler apaydınlık bana, yuppie tayfanın işini bilip para pul peşinde koşmasından erotik kadınların popstar veya manken olup “zengin kocaya yamanması”na kadar her nevi çürüme var metinde, karakterlerin her biri görevini yerine getirip 1980’lerin darmaduman ortamından kendince çıkış yolunu buluyor. Devrimcisi devrim yolunda hayatını kaybediyor, futbolcuyla evleneni bilmem ne, sanki sahnedeki her oyuncunun temsil ettiği sınıflar sıralanmış. Tabii Gerçek Kesit ayarı çekilmiş ki romanın en kötü yanı bu olsa gerek, her karakter aynı sesle akıbetini anlatıyor. Bazen gözlemci anlatıyor, sonra gözlemciyi sırtına alıyor karakter, o anlatmaya başlıyor. Bazen gözlemci sırtına alıyor karakteri, yani birileri sürekli birilerini sırtına alarak anlatıyor ama aslında tek bir sesi dinliyoruz. Neyse, adı geçen programın bölümlerinin sonunda karakterlerin feci sonları anlatılır, mesela biri kumar bağımlılığı yüzünden muşamba yemek zorunda kalırken bir diğeri alkolik olup müsteşarlığa iner tepeden, burada da benzer bir durum var. Devrimci Halil’in haso dostu Fadik’in dediklerine bakalım: “Eskiden gecekondulu zavallıydı, şimdi önemli bir güç kaynağı olarak kabul ediliyor. Eskinin korkusu ajan sanılmaktı, şimdi Aids sanılmak. Bir zamanlar bekâreti önemsememek aşmak sayılıyordu, bugünlerde grup seks yapmayana dudak bükülüyor.” (s. 117) Kıssadan hisseyi aldıktan sonra karakterlerin kendi dertlerine geliriz, seks eylemekten yorulup masumiyetini yitirmediği, toplum için bir şeyler yapmaya çalışmış karakterin o derin yalnızlığını ta döşümüzde duyarken uyuşturucu batağına saplanıp Katmandu’ya giden, orada sersefil olup memlekete dönmeyi başardıktan sonra bulaşıkçı olarak mı, tırt bir işte çalışmaya başlayan adamımızın derin hüznünü iliklerimizden anca emme yoluyla çıkarabiliriz zira çekiçle çakılmış gibi aklımızı donklatır bunlar, ne felaketler ne felaketler. Dönemin panoramasıdır, bu açıdan iyidir, lezbiyenlerden bar ortamlarının kaybedenlerine hatta çiçek çocuklara kadar toplumun her kesiminden insanı görürüz, yelpaze sonuna kadar açılmıştır da bunların bir araya getirilme biçimleri, yani tek kelimeyle korkunç bir hikâye anlatıcılığı, insan ürperiyor. Uyuşturucuyla kafayı bulup âlemlere akan bir karakter diğer karaktere nihilizm diye bir şey duyup duymadığını soruyor, diğeri komünizmi duyduğunu ama nihilizmi duymadığını düşünüyor o ara, saçma sapan cevabının akabinde muhatabının ezici sözleriyle yok oluyor resmen. Eyvah, faşizm iki bireyin arasında çoktan oluşmuştur, aynı safta yer almalarına rağmen birbirlerini ezerek kurtulmaya çalışırlar bunaltılarından. Nedir, evler basılmakta, anarşistler sokaklardan toplanmaktadır, Halil nam devrimci karakter anasının bütün uyarılarına rağmen geceleri sokaklarda duvar yazısı yazmakta, geri kalan zamanında dostu Akşit’le beraber evde teorik okumalar yapmaktadır. Altını çize çize okuduğu kitaplar yıllar sonra Akşit’in gözünde fasa fisoya dönüşecektir zira dostu Halil’in çatışmada öldürülmesinden sonra yolunu bulmuş, eski devrimcilerin yeni patronlara dönüşme trendine uyarak zenginleşmiştir, on numara beş yıldız bir hayatı vardır artık, devrimcilik oynadığı sıralardaki hayatını zerre özlememektedir. İnsanlığını özlemektedir ama köşeyi her dönenin bir noktada vicdanını temizleme yöntemi haline gelir bu, yani dünya kirlidir aslında, öyle bir dünyada kimse temiz kalamaz. Dünyanın kirine Pink Floyd’u da katabiliriz zira esas kız Maide’nin takıldığı asitli ortamlarda bolca Pink Floyd’la türevleri dinlenmekte, bu müzik adeta şeytan icadı gibi herkesin yaşamını mahvetmektedir? Ha, hayatımda gördüğüm en üfürük müzik bahsi Burhan Sönmez’in bir romanındaydı, artık değil, şu güzellikten sonra liste altüst oldu: “Rock müzik. İnsanın içindeki haz kıvılcımlarını yangına dönüştüren iblis. Cinselliği, her türlü sindirilmiş cinsellikleri kamçılayan gökkuşağından bir kırbaç. Keşfedildiğinde terk edilemeyecek özgürlük bahçesi. Sessizliği iletişime, içgüdüleri harekete, durağanı devinime geçiren karabüyü. Saldırgan ritmiyle bir türlü beliremeyen sezgi ve duyguları netleştiren elektriksel yankı. Bütün dünya insanlarının bir anda çiftleşmesinden doğan sınırtanımaz piç. Hiç uslanmayacak kimsesizler yurdu çocuğu.” (s. 17) Berbat yahu, dalga geçmeye mecal bırakmayacak kadar berbat. Maide’nin biseksüelliğini de böyle edebî ataklar arasında görüyoruz, Batı’dan gelen(?) ne varsa has, halis insanımızı mahvettiğini düşünebiliriz. İki mesele var sanatla ilgili, ilki Maide’nin kardeşi Mutlu’dan gelen mektuplardaki edebiyat camiasına dair eleştiri: köşeleri tutmuş adamlar gençlere yol açmamaktadırlar, yayınevleri Mutlu’nun şiirlerini basmamaktadırlar, edebiyat camiası yozdur, kimse şiirden anlamaz, anlar gibi görünenler tilmiz aramaktadırlar aslında, tecimsellik edebiyatı da mahvetmiştir falan, bir dünya tatavadan sonra Mutlu’nun ne halt ettiğini görmeyiz zira eleştireceğini eleştirmiş, vazifesini yerine getirdikten sonra hikâyeden defolup gitmiştir. Pop müziğe dair bu minvalde eleştiriler geliyor arada, tırto, akademi zaten milliyetçilerin tahakkümü altında, tam çöküş. Bu durumda Maide’yi analize sokmak gerekiyor tabii, gerekmiyor ama karakterler kendilerini deşmeden rahat edemiyorlar: “Zamanın bir yerinde öyle bir çakılıp kaldım ki, her şey akıp gidiyor ama ben akışsızım. Çözümsüzüm. Evime baskın düzenlediler, örgütüme darbe vurdular, ölü ele geçirildim. Halil’in geçmişi, benim de geçmişimdi.” (s. 27) Böyle değil tabii, Fadik bu zengin kızının ne kadar çürük olduğunu bildiği için sınamadan sonra Halil’i uyarıyor ama gönlünü kaptırmış bir kere Halil, umursamıyor. Daha da kötüsü, ömrünü tek bir ideale vakfetmeyeceğini açık açık söylüyor Maide, ters bir durum olduğunda arkadaşlarını satacağını ima etmiş oluyor da Halil nasıl dümene geliyor, hayret, o kadar zeki olmadığını düşünsek evdeki teorik dallamalıkları boşa çıkıyor bu kez, kısacası tutarsızlıklar da var. Çatışma sahnesine bakalım, üçü aynı sınıftalar, faşistler okulu bastıklarında bunlar dışarı fırlıyorlar da Maide ne halt yemeye kalabalığın arasına giriyor muamma, kolejden kendi isteğiyle ayrılıp(?) devlet okuluna geçince eylemlerde boy göstermesini beklemek aşırıya kaçmaz, eh, taşlar sopalar havalarda uçuşurken arkadaşları gibi mücadele edeceğini düşünsek korkudan mı, yediği sopadan mı, bayılması çok makul gelmez, diğer yanda polis aracına bindirildiği zaman yanında yalvar yakar derdini anlatan kızı sıkı bir çalkalamaması var, kız aslında eyleme katılmak istemediğini, fırtınanın ortasında kaldığını anlatırken Maide dinlemeyi “başarıyor”, kızın suratına tükürmekten vazgeçiyor bir yerde. Nişanlısı devrimci kadınların fahişe olduklarını söylemiş, babası zaten belaymış, kız ayvayı yemişmiş, yuva da kuramayacakmış artık, babası geldiğinde Maide gerçeği söyler miymiş? Öf.

Bar ortamındaki tipler aynı yaşamları sürdürüyorlar da ot tayfa darmadağın oluyor, tam karikatür. Bulaşıkçılıkta ömrünü tüketen, intihar edip huzur bulan, türlü türlü. Maide’nin en başta takıldığı Rüya var, birbirlerini çok güzel seviyorlar ama yapış yapışlığa varıyorlar en sonunda, seks tatmin etmiyor çünkü sevgisizlikten duvara kafa atacak durumdalar falan, en bunaltıcı klişeler üzerinden yürüyor metin. Bunaltının bahsi geçiyor bu arada, herkes bir şeylerden deli gibi bunalıyor da rastgele yaşamaya başlıyor, meh. Rüya’nın sinemaya dair söyledikleri de çiğ tirat yahu, alıntılayıp bitireyim, sabrım da kalmadı devam etmeye. “‘Bu reklam filmleriyle ne işim var benim?! Gene kendini Tanrı sanan bilgiç bir yazarın saçma metnine ruh vermek için gereksiz yorulacağım! Kasım kasım ortalarda dolaşan ahmak bir yönetmenin buyruklarıyla devinip duracağım. O yorgunlukla da okula gideceğim… Bütün bunlar ne için? Oyuncu yaptığına inanmıyor, yazar yazdığına. Sinema da boktan!’” (s. 19) Ölün gitsin o zaman ya, ne demeli.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!