Wolfgang Borchert – Hayır De!

Biri, binlercesi diyecek, tek başına diyecek, örgütlenerek diyecek, iş başında diyecek, dinlenirken diyecek, üzülürken, sevinirken diyecek, koşarken veya dururken, kalkarak veya oturarak, gözlerini yapılmaması gerekeni isteyenin gözlerine dikip diyecek. Trende, metroda, vapurda diyeceğim, savaş makinesi çalışmaya başladığında, sömürü gırtlağa çöktüğünde diyeceğiz. “Hayır!” Makinenin başındaki adam, atölyedeki, su boruları veya yemek kapları yaparken miğfer ve mitralyöz yapması istendiğinde yapmayacak, işe yarar bir şeyle uğraşırken daha da işe yarar bir şey yapacak reddederek. Tezgâhın ardındaki kız el bombalarını doldurursa plak dinlerken evinin camından içeri atılan bombayı hatırlayacak, cephede siperlerin gerisine atılan bombanın sesini çok uzaklardan duyacak, yerde yatan kardeşinin dibine düşüp patlamayı bekleyen bombayı doldurduğuna lanet etmemek için reddedecek. Keskin nişancı tüfeklerine dürbün takmak, hayır, bir gün namlunun ucunda belirebilir. Fabrika sahibine talk pudrası veya kakao yerine barut satması emredilirse, emin olamıyorum bundan, reddedemeyeceği bir teklifle gelirler muhtemelen, kapıya mühür vurmakla tehdit ederler hatta işgal etmekle, ele geçirmekle. Fabrika sahibi çıkarmıyor mu savaşı, o çıkarmıyorsa çıkaran arkadaşlarına karşı koyar mı, ticari bağlar o kadar düğüm ki bir yerden patlar o direnç. Yine de diyebilirse desin, karşı koyabilirse. En iyisi suça ortak olmamak elbet, malı mülkü kaybetme pahasına. Kaybetsin, elinde kan olmayacak. Laboratuvardaki araştırmacıya yeni bir ölüm keşfetmesi emredilirse ne olacak, bilim uğruna gecesini gündüzüne katan adam dünyanın gizemlerini açığa çıkarıyor hatta bilinene dönüştürüyor zaten de buluşlarının ölüme hizmet etmesini vicdanıyla engelleyebilecek mi, hayır. Oppenheimer. Yapay zekâyı kanser hücrelerini beş yıl önceden bulması için kodlamışlar, iyi. Kitle imha silahı yaratmak isteyen araştırmacı dünyaların yıkılmasını istiyor, diğer taraftakiler reddedecek. Şair, dünyanın ayaklarını yerden kesen insan, aşk şarkılarını bir yana bırakıp nefret şarkıları söylemeni isterlerse, diyor Borchert, ne söyleyeceğin belli. İnsana dair ne varsa söylemeye devam edeceksin, nefret buna dahil de başka insanların yaşamlarını düşününce, belki bunu söylemek istemezsin çünkü başkaları da ayakları yerden kesik dünyada dolanmak istiyorlar senin gibi, öyle yüce amaçlar uğruna yağacak bombaları bir yana bırakıp yürümenin güzelliğini söylemelisin hani. Eline bir çiçek alabilirsin, romantizesin, şapşala benziyorsun ama başka nasıl keseceksin dünyanın ayaklarını yerden, çiçeğinle. Yıkımdan yeni bir can mı çıkaracaksın, öncesinde canları çıkaracaksın, yazık olacak onca yaşama, sen en iyisi yine bildiğini yap ama bildiklerinin güzellikten, insanlıktan yana olanına eğil yine, el yapımı ayrışmalara kapılma, eskiden bunların hiçbiri yoktu. Gerekirse o sadeliğe, ilkelliğe dön de yaz şiirini, bombalara yol gösterme, kalp kırma. Canım benim. Sen şairsin, mühim insansın, yanağın öpülmeli. Hekim, hastasının başında, cepheye yollanmaması gerekenlere sağlam raporu vermemeli, işkence görenlere sağlıklı raporu vermemeli, yeminine sadık kalmalı da yeminlerin önemi kalmadıktan sonra ne. Bedeni iyileştirip cepheye yollamak, taburcu edileni tabura yığmak, ne varsa reddedilecek, sadece vurdusuz kırdısız sağlık. Rahip de, imam da, haham da kürsüden sallamayacak öyle, kılıç alıp tepelere çıkmak yok, saçma sapan savaş çığlıkları yok, hayır. Geminin kaptanı buğday yerine silah taşımayacak, pilot kentlerin tepesine bomba yağdırmayacak da masa başında dönüyor bu işler artık, bilgisayar oyunu oynar gibi drone kullanıp taramayacak milleti operatörler. Carsten Jensen’in İlk Taş‘ı vardı, ABD’de bir ofis dolusu operatör, masalarında abur cubur bir dünya yiyecek, Afganistan’daki oyuncaklarıyla bomba yağdırıyorlardı milletin tepesine. Ender’ın Oyunu da benzer bir sistemin üzerine inşa edilmemiş miydi, koca bir ırkı yok ediyorlardı da oyun oynadıklarını sanıyorlardı. Terziler asker üniformaları dikmesinler de nasıl olacak, bakmaları gereken insanlar var, sermayenin niyeti belli, temelden bir değişim gerekiyor herkesin reddedebilmesi için. Çok derinden bir değişim, bildiğimiz dünyayı tepetaklak edecek bir devrim. Yargıçlar askerî mahkemeye gitme emrini dinlemeyecekler insanlık adına, kimseyi ölüm cezasına çarptırmayacaklar. Çetin Altan hangi kitabında anlatıyordu, meşhur yazarlarımızdan birinin amcası veya dayısı İstiklâl Mahkemeleri’nde yargıç, eşek hırsızlarıyla asker kaçaklarını mı ne karıştırmış, hırsızları astırıvermiş, Çetin Altan olayın doğruluğunu öğrenmeye çalıştığında savaş zamanı öyle talihsizliklerin yaşandığını söyleyip geçmiş. Borchert’in reddi değerlendirdiği bağlam belli, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi diktatörlüğüne başkaldırdığı için Gestapo tarafından tutuklanıyor, salıveriliyor, 1941’de zorunlu askerliği gelince Wehrmacht’a katılıyor. Doğu cephesine gönderildiğinde canını zor kurtarıyor Ruslardan, sol elinin orta parmağını kaybetmiş olarak dönüyor. “Nöbet sırasında birden karşısına çıkan bir Rus askeriyle boğuşurken tüfeğinin patladığını ve yaralandığını ileri sürdüyse de, komutanı onu kendi kendini sakatlayarak askerlikten kaçmaya kalkışmakla suçlayarak tutukladı ve hücreye attı. Mahkemeye çıkarıldığında savcı idam cezası istedi, ama mahkeme Borchert’in anlattıklarını doğru bularak suçsuz olduğuna karar verdi.” (s. 11) Orduya katılmadan önce tiyatro eğitimi almaya başlamıştı, ordunun tiyatro grubuna katılıp sahneye çıkınca Goebbels’in taklidini yaptı, oradaki askerlerden birinin ihbar etmesiyle tutuklandı ve dokuz ay hapis cezasına çarptırıldı ama cezası ertelendi. Bölüğü Fransızlara teslim olunca tutsak alındı ama kamyondan atlayarak 600 kilometre ötedeki Hamburg’a yürüdü. Sağlığı bozulmuştu, hastalandı, kalan bir yıllık ömrüne bir dünya öykü sıkıştırdı Borchert, hastaneye yatmadan öncesinde şahit olduğu deliliği yazdı. “Hayır” bu yüzden, herkes için. Köyde kentte kim yaşıyorsa askere alma belgeleriyle dayananlara karşı çıkacak, Kızılağaçlar Kralı nam muazzam romanda esas adamımızın köylerde dolanıp gençleri toplamaya çalıştığı sırada olduğu gibi. Ormana kaçıp saklananlar hayatlarını kurtardılar, ölmekten iyidir açlıkla boğuşmak. Analar reddetti çocuklarını vermeyi, reddetmeleri gerekiyor, hemşirelik yapacaklarsa veya cepheye gideceklerse hayır! Binalar yıkılınca, yollar delik deşik olunca, sular kirlenince, yiyecek bir şey kalmayınca önemli olarak itelenen fikirlerin beş para etmediği görülecek ama çok geç olacak, son insanın bir başına yıldızlara bakması gibi bir şey. Zayıf, ölmek üzere, dünyanın neden o hale geldiğini düşünüyor, aklına bir propagandalar geliyor. Un çuvalları vardı, çilek reçeli kavanozları, ekmekler, her şey küf bağlamış. Kiliselerin molozları arasından büyüyecek yaşam, insana dair her iz silinecek, yaşam sürecek ve insan göremeyecek, eşlik edemeyecek bu devinime, yazık. Altın sarısı üzümler çürüyecek, şarap şişelerinin kırıklarından dökülenleri toprak içip hatırlayacak eskiden böğrünü deşen varlıkların sonunu, zaten bir halta da benzemiyorlardı, birbirlerini öldürdüklerine göre var olmayı hak etmiyorlardı. Büyük buluşların ardı gelmeyecek, büyüklük veya buluş anlamsızlaşacak çünkü merak yok olmuştur artık, bilim sadece yıkım için kullanılmıştır, insanın daha doygun, iyi yaşaması için kullanıldığını anımsayacak kimse kalmamıştır. Sessizlik vardır, yıkıntıların üzerinden geçip koca şehirlere yayılan sessizlik, orada olsaydı insanın duyabileceği. Dünya dönmeye devam edecek, evrenin kendini anlama çabası yine kendisince yok edilecek. Kayalık bir gezegende ortaya çıkabilen yaşamın kaydedicileri yok artık. Doğuranın doğurduğu yok etti her şeyi de doğa kaldı geriye, minyatürleri için üzülebilir.

Sonra, deşilmiş bağırsakları ve zehirlenmiş ciğerleriyle son insan, ışıldayan güneşin ve yanıp sönen takımyıldızların altında bir başına dolanıp duracak; bir deri bir kemik kalmış, çılgına dönmüş son insan, uçsuz bucaksız mezarlar, dev beton blokların soğuk putları ve ıssız kentler arasında yalnız başına bir küfür gibi dolanırken, şu korkunç soruyu soracak: NEDEN? Ve bu soru bozkırlarda hiç duyulmadan yitip gidecek, yıkıntılar arasında sürüklenip kiliselerin molozları arasında yok olacak, girilmez yeraltı sığınaklarına çarpıp parçalanacak…” (s. 45)

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!