Kısa öykülerin bir tür aceleyle yazıldığını biliyoruz, Borchert zamanının kısıtlı olduğunu bilerek daha küçük bir yapıyı yeğlemiş. Moretti’nin uzun uzun metinlerle ilgili görüşlerinin yanında zamanın tükenmeye yakınlığı göz önünde bulundurularak yazılmış metinleri de incelediği makaleleri olsa. Olmalı. Tasarruftan metin. Centuria‘daki yüz metni elindeki kâğıtların ebadına göre biçimlemiş Manganelli, şairler yanlarındaki küçük ıvır zıvıra yazdıkları şiirleri genişletmeden yayımlamışlar diyelim, materyalin sınırlarıyla metnin sınırlarını birlikte ele alan bir araştırma? Lazım da Borchert, yirmi altı yaşında ölmeden önce uzunlu kısalı öyküler yazmış, bir dünya metin, kitabın başında kısa öykülerine yer verildiği için kronoloji ters çevrilmiş sanıyorum. İki ustalık: kısa öyküler budaksız, uzunlar belli bir örüntüyü ortaya çıkaran sarmaşık. Değineceğim de Borchert’in yaşamına bakmalı önce, öyküleri anlamak için Böll’ün yazısını okumalı. “Bu kitabı ellerine alan yirmi yaşlarındakiler, insana kendi fikirlerinin ne kadar pahalıya oturabileceğini, buna karşılık ödenmesi gereken bedelin ne denli yüksek olabileceğini göreceklerdir.” (s. 5) Savaştan yana değildir Borchert, çok yanlış bir zamanda ve yerde doğduğu malum. Zorla askere alınıyor, mektuplarının güvenlik sorunu yarattığı gerekçesiyle ölüme mahkum edilse de altı haftalık bir hücre cezasından sonra tekrar cepheye yollanıyor. Her yollanışında yaralanıyor, hastalanıyor, geri yollansa da tekrar cepheye sürülüyor, Fransızlara esir düşene dek. Yirmilerinin yarısına bile gelmemiş bunları yaşarken, akıl havsala almaz o ağırlığı, yükü. Wikipedia’nın yalancısıyım, esirken kaçıp yollara düşen Borchert hasta haliyle 600 kilometre yürüyüp 1945’te Hamburg’a gelmiş, “Uzun Uzun Yollar Uzunluğunca” öyküsünü yazmış. Öyle hayal ediyorum, o travmayı olduğu gibi sayfalara geçirmek bu öyküdür. Teğmen miydi Fischer, bir şeydi ama artık hiçbir şey, açlık ve yürümek her neyse o. Ve hastalık, hafızanın darmadağın olması için son sarsıntı, eve dönüşün eve döndükten sonra da sürmesini sağlayan, bilinci kayganlaştıran, sabitleri yok eden. “Yollardayım. İkidir serilip kaldım yerde. Tramvaya varacağım. Ben de bineceğim. İkidir serilip kaldım yerde şimdiye değin. Açım. Aman ben de binmeliyim tramvaya. Binmeliyim. Tramvaya varmalıyım. Ben de binmeliyim. İkidir şimdiyedeğin üç dört sol iki üç dört ama ben de üç dört aman da hey aman da üç dört hey de piyade piyade yade yade — — — Woronesch’de toprağa verildi 57 kişi, 57 kişinin bir şeylerden haberi yoktu, ne önce ne sonra.” (s. 121) Yürüyüşün değiştirdiği mekan, karşılaştırdığı insan pek az girebilir hikâyeye, belki sonlara doğru, geneli yürüyüş boyunca tekrar edecek yıkıcı anılar dolduracaktır. 57 kişinin arasında bahçıvanlar, memurlar, öğretmenler, çiftçiler vardır, nasıl öldükleri bilinmez de bilinir, Fischer ölümlerine şahitlik ederek aklının bir duvarını yıkmıştır. Kişilerden birinin yazdığı mektubu bilir, gramofon alacaktır kişi, mektup kimeyse onunla. Bombalar patlar, akış kesilir, gramofon hiçbir zaman alınmaz ve diğer 56 kişinin arasında değildir artık Fischer, yürümektedir, gece gündüz, bari geceler olmasaydı da her tıkırtının bir hayvanlığı, her gölgenin bir umacılığı ortaya çıkmasaydı, tekrar Bay Fischer olsaydı anlatıcı, biri günün aydığını söyleseydi de sevinseydi, oysa Teğmen Fischer için günün ayması mümkün değil. Yaşı yirmi beş, Fischer için henüz ağlayan yok ama diğer 56 ölü için bir 56 ölü daha var, babaları da katarsak, sevgilileri, eşleri, çocukları, ölü sayısı artıyor. Anılar karmakarış, trenle giderlerken Timm’in anlattığı bir hikâye geliyor aklına, Rusya’da yaşlı bir adamın kıçına tekmeyi indiren Timm adamın bakışlarını unutmamış. Ağır ağır dönmüş adam, babası gibi bakmış. Timm’in babasıyla arasında ne uçurum varsa içine düşürmüş çocuğu, sonra bir çocuk elinde çivilerle çıkagelmiş, usta o çivileri alıp tahtalara çakmaya başlamış, her sekiz çiviye bir ölü düşerse. Sonra bir anne pencerenin önünde oturmaktadır, eşinin ve oğlunun fotoğrafının arasında büyük bir generalin fotoğrafı durmaktadır, annenin önünde generalden gelen mektuplar. 1917’de biri, 1940’ta ikincisi, kadının kayıpları için üzüntüler saçılır ortalığı. 57 ölünün -Fischer yaşamaz, ondan geriye kalan akıl kırıntılarıdır, hikâyeyi bu kırıntılar anlatır- sevdikleri girip çıkarlar öyküye, Fischer’ın geçmişi girer, şimdisi de geçmişe bulanarak mahvolur ve kabusu andıran sahneler çıkar ortaya. Karşılaştığı laternacı geçmişten miydi, insanların eğlentisi onca ölünün bedenlerini çiğneme pahasına mı, okur düşünür de Fischer’ın öyle bir şansı yok çünkü o yürüyor, aç, tramvaya yetişecek, atladığı gibi gidecek de sağ kalırsa. Bu öykünü şahaneliğini anlatmak için Borchert’in yaptıklarını ayrı ayrı ele almak lazım, ben biçemin kusursuzluğundan bahsedip geçeceğim, yüceyi dile getirmekte mahir olana kalsın bu. Ömrün sonuna doğru kısa öyküler dedim, bu öykü yanıldığımı gösterdi. Uzun yürüyüşten doğan öykü de yürüyüş gibi bitmeyecek kolay kolay, kısa öykünün parlaklığına çarçabuk kavuşturmaktansa yalımın uzadıkça tükenmesi daha makul.
“Bu Salı” savaştaki birçok salıda neler olduğuna dairdir, hafta atlamaları diğer altı günde neler yaşandığını doğrudan göstermeyi engeller de değişimleri çağrıştıran birtakım detayları işlemeye yol açar, hoş bir teknik. Okullarda çocuklara herkesin babasının asker olduğu öğretilir diyelim, mermiler te Paris’e ulaşır ve çocuklar tahtada gördüğü bu tür cümlelerden kıvanç duymayı öğrenirler. O sıra Yüzbaşı Hesse cephede çarpışmaktadır, daha fazla çarpışamayacağı zamana kadar kaç salı geçtiğini bilmeyiz, sonra bayağı bir salı geçtiğini biliriz çünkü Hesse’nin bedenini pat diye atarlar çukura. Ölüleri hep pat diye atarlar, çocuklar babaları atılınca çıkan pat sesini bilmezler de askerliği, savaşı bilirler, düşmanlığı ve nefreti de bilirler. Şu sahne ne kırıcıydı. “Radi” de kırıcı biraz, anlatıcı bir gece yanında Radi’yi bulur, eski arkadaşı Rusya’da şehit düşmüş ve doğru dürüst gömülmemiştir, toprak donduğu için kimse çukur açamaz. Başka yerde olsa sorun değildir ama Radi’ye göre toprak kokar, iğrenç kokar hem de, Rus toprağının kokusu katlanılır gibi değildir. Anlatıcı inanmaz, Radi arkadaşının elinden tutarak Rusya’ya, cesedinin başına götürür onu. İskelet, miğfer, Radi artık ne olduğunu gösterirken geçmiş zamandaki haliyle anlatıcıyı oyalar. Kötü kokmaktadır işte toprak, anlatıcı da anlayacaktır Radi’ye göre. Arkadaşına yalan söylemek istemeyen anlatıcı toprağın toprak gibi koktuğunu söyler, güzel bir kokudur hatta. Radi başlangıçta kuşkuyla yaklaşır arkadaşına, sonra düşünür, anlatıcı için güzel olabilir Rus toprağı. “Belki sahiden pek nefis kokuyordur. Ama orada yatanın ben olduğunu düşününce, yabancı işte, müthiş yabancı, işitiyor musun?” (s. 46)
“Bülbül Şakıyor”la bitireyim, başında Bay Hinsch’in bir yaz gecesi nasıl öldüğünü görürüz. Öksürükler, bülbül şakımaları, tam bir yaz ölümü. Paragrafın ardından esas hikâye ansızın ortaya çıkar, Timm’in ölümüyle Hinsch’in ölümü kıyaslanır, iki zıt kutup. Timm’den nöbeti almaya giden anlatıcıya göre arkadaşının yüzü sapsarıdır, tam bir ölü yüzü. Soğuktan donan Timm’in ölüme her an hazır oluşu ders gibi gelir anlatıcıya, ölümü de başka bir derstir. Nöbete gitmeden önce miğferini takmasını isteyen komutanına karşı çıkar Timm, bir yeryüzü söylevcisi olarak saf yaşamı yakalamak, yaşamın seslerini duyabilmek için miğfer takmaması gerektiğini anlatır. Okkanın altına gitmek istemeyen komutan pek de üstelemez, sızlanır ve uykuya dalar. Timm de uykuya dalar da uyanmaz, yaşamın esas sesi budur.
Mutlaka okunması gereken öyküler, kaçırılmamalı.
Cevap yaz