Trevor’ın öykülerini okurken bir nehri düşlüyorum, çağlamıyor, çavlanı yok, sayısız kaynaktan beslenirken debisi, hızı değişmiyor, döküldüğü yer besbelli. “Piyano Hocasının Öğrencisi” tam örnek, Bayan Elizabeth Nightingale’ın dâhi bir öğrenciyle karşılaşması kaynak, karşılaşma, iki sanatçı ruhtan birinin derinliklerini görürken diğerinin eylemlerini ilkiyle kıyaslayıp yorumlayacağız. Önce Liz, ellili yaşlarının başında, ince, uzun boylu bir kadın, fiziksel nitelikleri tamam. Babasından miras kalan ev, piyano dersleriyle geçinmek, ekonomik durum tamam. On altı yıl boyunca sürdürdüğü ilişki eşinden bir türlü ayrılmayan adam yüzünden bitmiş, hiç garez beslememiş Liz, mutlu anlar yetmiş. Yetinebilen, haliyle çok da eşelemeyen, karşılaştığı arızaları gidermeye çalışmayan bir karakter, öykünün kendisi adeta. Basbayağı izlek, öykülerin genelinde verileni kabullenme, yan hikâyeciklerle zenginleşen gizemin öylece benimsenmesi biçimliyor anlatıyı, mesela başka bir öykünün finali: “Etheridge, Bayan Crasthorpe denen muammayı tahminlerle çözmeye çalıştı, ama çok fazla eksik vardı, o da başka, ilave kurgulara girmek istemedi. Neden bu duyguya kapıldığını bilmese de ona acıdığını hissetti. Bezdirici bir kadının sırrına saygı duydu ve bu sırrı açık etmedi.” (s. 79) Trevor’ın perdeyi sonuna kadar açtığı tek final, meyil bir diyaloğun kıyıcığına, düşüncenin kenarına ilişmiş alenilik ama çizgiyi aşmak da mümkün böyle, zaten bitmiş bir hikâyenin noktasının göze batmayacağı kadar. Esas öyküye dönüp çatışmayı alalım, Liz yalnızlığına razıdır, anılarıyla mutludur da öğrencisinin piyano çalışını dinleyince duyduğu heyecan yenidir, “daha önce bir çocukta dehayı hiç sezmemek” bir anlamda zinciri kırar, dinginlik yerini taze bir dikkate bırakır. Öğrencinin yaşamına biraz daha odaklanmak makul buradan sonra, ilk dersin ardından öbür hafta cuma günü devam etmelerini ister Liz, çocuk “tamamen kibarlık gereği de olabilecek, ama kadının öyle olmadığını hissettiği bir hevesle” kabul eder, anne çocuğunun pek çok hoca değiştirdiğini hızlı ve soluksuz konuşarak anlatır. Liz’in hisleri pek de yanlış değil, annenin hali de bir çarpıklığı işaret ediyor çocukta, nitekim sonraki cuma porselen bir kuğu yok olur ortadan, sonra bir kâse kapağı, daha sonra başka bir şey. Oğlanı gözünün önünden ayırmamasına rağmen şeylerin nasıl ortadan kaybolduğunu anlayamaz Liz, karanlık bölgeyi geçmişinden çıkardığı epizotlarla aydınlatmaya çalışır, canının istediğini aşıran çocuk performansına karşılık ödenmesi gereken bir bedel olarak görüyor olabilir, zamanında Liz de kandırmacalara ve numaralara başvurmuştur, mantığında bir yer bulur hırsızlığa. Durmaz, babasıyla ilişkisini hatırlar, çikolatalarla bulduğu mutluluğu da sorgulamaya başlar: “Babasının çikolataları, bu evde onunla kalması için bir rüşvet, allanıp pullanmış bir bencillik miydi? Karısını aldatmış olan adam, metresini de mi aldatmıştı; aldatmak onun kişiliğinin, yalanlarsa içine serpiştirildikleri tutkunun ayrılmaz birer parçası mıydı?” (s. 13) Eski sevgiliye de yer var denklemde, önemli olan dâhi çocuğun bir tür acı kaynağı olarak değil de Liz’in yaşamının merkezindeymiş gibi duran tutku, bir nevi mucize örneği olarak yer bulması o renksizlikte, Liz’in diğer öğrencilerine baktığımızda son derece sıradan insanlarla karşılaşıyoruz da rahatsız ediciliklerine rağmen Liz’in yaşamına girenlerin kıymetlerini hemen ayırabiliyoruz. Geçen zaman da bozamıyor bu coşkuyu, yıllar sonra ders aldığı eve dönen çocuk sanki hiç zaman geçmemiş gibi oturuyor, piyanoyu çalmaya başlıyor, müziğin gizemini duyuruyor Liz’e. “Ona bakarken Bayan Nightingale daha önce hiç fark etmediği bir şeyi fark etti: O gizem, başlı başına bir mucizeydi. Kendisinin onda hiçbir hakkı yoktu. İnsani zaafların aşkla ya da yetenekli olanın sunduğu güzellikle ilintisini anlamaya çalışırken çok fazla kurcalamış, çok derine inmişti. Ulaşılan bir denge vardı: Bu da yeterliydi.” (s. 15) Bu da pek aleniymiş gerçi, belki mevzunun enginliği sayesinde gözümüz yerinde duruyor, dehayla zaafı, sevgiyle eksiği ilişkilendirme yoluyla şeyleri çakıştırarak bilişsel şemayı dolduran, doluda yer açarak yeniyi uyumlu bir şekilde boşa koyan insanın olağanüstülüğü huzur veren bir olağanlığa kaydırma çabası bu öykü. Mutluluğu soyutlamak yani, birtakım edimlerden kurtarmak, her şeyi de iç içe yerleştirmemek. “Sakat Adam”da kırsaldaki evi boyamaya gelen adamların bazı şeyleri kurcalamaması da benzer bir kabullenmeyi içeriyor, bunun için de adamların geçmişlerini görmek makul, tıpkı Liz’inkini gördüğümüz gibi. Ama ne, bu kez başka açılardan yaklaşıyoruz olaylara, sakat adamın ve birlikte yaşadığı Martina’nın dünyasını da belli bir kapalılıkla inceleyebiliyoruz, arada Trevor’ın mekandaki devinimi bir tür hikâye güçlendirici olarak kullandığı bölümlere denk geliyoruz: “Kara bir kedi mutfakta böcek ya da fare aranarak, ağır ağır dolanıyordu. Ara ara, yakacak odunlardan düşmüş bir ağaç kabuğunun ya da bir gölgenin üstüne atlıyordu. Boyamak on dört gün alır, dedi daha genç olan, hem pazar günü de çalışacaklardı.” (s. 17) Paragrafla bölme yok, hani bir karakterin dikkati kedinin hareketlerine de yoğunlaşmıyor, uzaktan gözlem. Geniş açı, iki veya ikiden fazla nesnenin varlığı sahneyi daha canlı kılıyor. Boyacılar kimin nesi, Polonya’nın dağlarından gelen, Çingene sanılan, devletsiz bir toplulukta büyüyen, günübirlik yaşayan iki kardeş, pek bir şeye karışmayan insanlar. İşlerini görüp gidecekler, yağmur yağdığında başka işleri kovalayıp sakat adamla anlaşmalarını aksatacak kadar başlarına buyruklar, yine de öyle büyük sorunlara yol açmıyorlar. Malumat yine dağınık, Trevor bu kitapta kısalı uzunlu bölümlere ayırmış öyküleri, son yaklaşmadan veriyor ne verecekse. Modüler yapı, kronolojik akış bozulmadan sunulan bilgi kümeleri, yerleri değişebilir, teklemez, ıhsı tıhsı etmez. Sorun içeride: sakat adamla Martina uzaktan akraba, birlikte yaşamaları tavsiyesine uymuşlar, ne ki Martina’nın tahammülünün kalmadığı küçük huysuzluklarından besbelli. Sakat adam bir bölümde varken diğerinde yok, iki kardeş adamın öldüğünden bahsediyorlar ama karıştırmıyorlar ortalığı, işlerinin bitmesine yakın Martina’ya hiçbir şey sormadan anlıyorlar durumu. “Sigaralarını usul usul içtiler; içgüdüleri önden gidip yol gösterdi. Kadının geçmişini bilmek onlara düşmezdi; her ne kadar, artık o geçmişin bir parçası olup çıksalar da. Koşullar onları buna sürüklemişti; tıpkı kadının koşullarının da onu şimdi olduğu kişiye dönüştürdüğü gibi.” (s. 33) Yine bilgi topağı, Trevor bunu sıklıkla yapıyormuş yahu, öykülerin finalini de berisi gibi rahat bırakmadan işliyor. Ha, bilmemenin, çözümlememenin tersinde ortaya çıkan şu: “Harriet odasında, bahçeye bakan pencerenin önünde otururken, hiç öğrenmemiş olmayı diledi. Keşke bunun yerine asıl korktuğu şey, sıradan ve anlaşılabilir olan yaşanmış olsaydı.” (s. 94) “Sohbet Etmek”le bitireyim, Olivia’nın yol açmakla suçlandığı sadakatsizliğin ölüm gibi bir şey olması ama kimsenin ölmemesi. Erkek arkadaşıyla film izlerken çalan telefonu açar Olivia, hattın diğer ucundaki kadın kocasının orada olup olmadığını sorar. Bayan Vinnicombe. Eve de gelecektir kısa süre sonra, erkek arkadaş duşa girdiği sırada Olivia’yla yüz yüze konuşacaktır. Duştaki adamın Bay Vinnicombe olup olmadığı meçhul, değil ama belli de olmaz, ayrıca Olivia adamla bir şeyler içmiş ama ısrarlarından rahatsız olduğu adamla ötesine gitmemiş yakınlığın, haliyle durumu Bayan Vinnicombe’a anlatması mümkün değil. Zaten dinlemeye, hesap sormaya da gelmemiş kadın, sadece ailesini, kocasıyla ilişkisini anlatıyor ve Olivia’dan kocasını geri vermesini istiyor. Adamla Olivia arasındaki ilişkinin gelişim safhaları derstir, acılı eşin sayıklar gibi konuşması ayrı derstir, müthiş öykü. İzlek yine meydanda: “Cesaret, var olan o eften püften şeye belki biraz çekicilik katabilirdi, ama karşındaki kişi bilmek, öğrenmek istemediği zaman cesaret gülünçtür.” (s. 111)
Cevap yaz