İnsanların yoksulluklarından önce güruhtan ayrışmalarını sağlayan nitelikleri geliyor başta, cepte metelik yok ama göğüste koca bir kalp, kafada rengârenk bir zihin var, hayatla güreşmek için yeterli. Şahitlerin durumu da iyi değil, anlatıcı olarak o yaşamların cevherini ortaya çıkarmaya çalışsalar da durumları birazcık daha iyi, en azından ikinci el araba sattıkları bir mekanları olabiliyor, bunun dışında işçi sınıfının işsiz sınıfı gözleminden bir hiyerarşi ortaya çıkmıyor da tepedenlik seziliyor az. “1924 Cadillac Satılık” mesela, anlatıcı otomobil kakalama işinin geçmişte kaldığını, insanların gözlerini açtıklarını söylüyor, yine de kötü arabaları almak isteyenleri garipsiyor. Başlangıçta. Doğruyu söylemeye başladığı zaman bu tepeden bakış yıkılıyor, doğrudan hikâyeleri izlemeye başlıyoruz. Ne diyor anlatıcı, üç beş alıcının arabalarla yapıp ettiklerini hayretle izlediğini söylüyor, bütün arızaları açık açık göstermesine rağmen vazgeçiremiyor insanları. “Sakın otomobilden sanmayın. Sakın makineden sanmayın. İş halkta. Amerika’da, o korkunç düşmanında halkın. Makineden değil, kendinize olan güveninizden.” (s. 7) Memleketin insanları doğuştan kahraman, üst insan ya da kullanılmış otomobillerde bir insanlık var, kendilerine sevgiyle, candan bir bağlılıkla yaklaşanlara başka türlü davranıyorlar anlatıcıya göre, gözünün önünde gerçekleşen harikulade olaylara getirdiği başka bir açıklama bulamıyor. “Deep in the Heart of Me” nam şarkınınkiyle bir duygu: insanla nesnenin tutan frekansları. İlk hikâye o Cadillac’la ilgili, parktaki tunçtan at heykelini yürütmek bu arabayı yürütmekten daha kolayken küçük bir çocuk geliyor, elindeki 11 doları sayıp 4 dolar daha getirmek için evine gidiyor, abisiyle birlikte dönüyor ve hemen çalışmaya başlıyorlar, üç saat sonra araba vın. Her yer duman, gürültü, yine de canlanıyor araba, mucize. Vernon Roxas başka vaka, bu Filipinli birader yanında tamirci arkadaşlarını da getirerek işe bir giriyor, 75 dolara aldığı arabayı kaç bin dolarlık hale getirip uzuyor. Sihrin bir parçası olmanın anlatıcı üzerindeki etkisi, eh, sihir yapamayacak gibi görünenleri kibarca uzaklaştırmak dükkânından, öykünün finalindeki adam pek umut vermediği için bir iki kez uyarıyor anlatıcı, kendinden emin olanın gelmesini istediğini söylüyor. O zaman Cadillac hazır, iyi şanslar. Bu öyküyle birlikte kitaptaki diğer öyküleri latilokum yapan ne diye düşündüm, Saroyan’ın bodoslamadanlığı var bir kere, hiç öyle evirip çevirip bağlamıyor, başladığı gibi bitirmeden önce araya anlatıcının zihninden çıkması mümkün olan, anlatıcının bilişsel yapısına, kültürel düzeyine uygun açıklamalar kakıyor, tamamdır, fazlasına gerek yok. Araba satan bir adamın arabadan ve kan ter içinde çalışan insandan bir sihir devşirmesi gayet mümkün, öyküye de sığdı, tam. “Kimi Yoksul İnsanlar” arabalarla değil de meyvelerle ilgili, bakkalda iki ay kadar çalışan anlatıcının gördüğü insanlar parıldamasa o sıkıcılık insanı mahveder. Kemal Ateş’in de veresiye defteri üzerinden kurduğu bir roman var mesela, odak başka yerde olduğu için bu öykünün derinliğine ulaşamıyor, toplumsal kaygıların yekten açılıp karakterleri biçimlendirmesindense Saroyan’ın parasız insanlarından bir çıkarıma varmak yani, keyif. Küçük çocukların ikisi üçü bir şey aşırmadan gidiyorlar, gerisi bir çiklet, bir çörek, ne varsa indiriyorlar. “Bilirdim, hemen anlardım, ama kimseye bir şey söylemezdim. Hep iyi insanlardı, yoksuldular yalnızca.” (s. 10) Anlatıcının işi bırakmadığını, kovulduğunu düşünebiliriz sanırım, patron hesaplara baktığında açığı görüp şutlamıştır anlatıcıyı da hikâyenin temelini atmıştır bilmeden, böyle aşırı yorumlar makineyi işler tutuyor kafamda. Neyse, giyimi iyi gibi görünen bir kadının aşırdığı kavun çok acıklı bir sahneyi açığa çıkarıyor, anlatıcı o kadar farkında ama hiç farkında değil, elbisenin çıkıntısını görmezden gelip kadının sorduğu sorulara cevap veriyor. İncirler iyi mi, eh, görünüşleri iyi ama gerçekten iyiler mi, emin olmak için bir tane ikram, bir tane de anlatıcı yer, oldu. Ağırbaşlılığı yitirmeden bir şeyler aşırmak işte, anlatıcının kadında bulduğu olağanüstü incelik. Yüz seksen beş bin üç defa söylenmiştir ama bir de ben söyleyeyim, Saroyan’ın karakterleri kadar hakiki zor bulunur. Casal’ı anlatıyor mesela, ufak tefek bir İspanyol bu, koca kafalı ve üzgün bakışlı ufak tefek insanlardan. “Casal’a karşı hep büyük bir saygı duyardım. Hiçbir şey bilmezdi. On yılda bir kere olsun eline bir gazete alıp da okumuş olduğunu sanmıyorum. Hiçbir şey üzerine belli bir düşüncesi, hiçbir şeyden şikâyeti yoktu. Yalnızca yeryüzünde kırk sekiz yıl canlı kalmayı başarmış minik bir adamdı. Yavaş yavaş onun neden böyle ağırbaşlı, hiçbir şeyden şikâyet etmiyen bir insan olduğunu anladım.” (s. 11) Babadır çünkü Casal, aşırı yakışıklı oğlu etrafındakilere fenalıklar geçirtecek kadar fişektir, yapılıdır, üstelik on altı yaşındadır daha. Casal bir gün, şaşırtıcıdır, konuşur, oğlunu anlatır, her gece işten eve döndüğü zaman oğlunun onu omuzlarına alıp evi dolaştırdığını, sonra yere indirip yemek hazırladığını söyler. “Ne anlam verebilir insan buna? Ufacık bir baba, kocaman bir oğul, çocuk babasını omuzunda taşıyor? Düşünülecek şey, bence.” (s. 12) Arabayla insan arasında bir şey vardı, burada babayla oğul arasındakini bulmalıyız, meyveyle insanı geride bıraktık. Casal oğlunu çok seviyor, oğlan da babasını çok seviyor çünkü annesi doğumda öldükten sonra bir babası var. Casal oğlunu çok çok seviyor, ne olursa olsun okutacak. Hemen başka bir insan, hemen başka bir hikâye, Saroyan ne bölümlüyor ne soluk alıyor, devam: dükkâna girer girmez şimşek gibi kahkaha atmaya başlayan kadın, saatlerce şeker kavanozlarına bakan çocuk, kaç kişi öyle. “Yalnızca iki ay sürdü ama, iyi bir işti. Bir şeyler yemek, ya da gevezelik etmek için oraya gelen o iyi, gülünç, acıklı, küçük, yoksul insanları seviyordum.” (s. 15)
“Piyano”. Vardır ya o, dokunmakla kalmayan, hafızanın bir parçasına dönüşen şey. Bu öykü o işte. Ben’le Emma’nın sohbeti aslında, araya satıcı giriyor bazen, bu kadar. Küçük bir piyano, alelade, dükkânın bir köşesinde duruyor. Ben bir bakmak istiyor, Emma çalıp çalamadığını soruyor Ben’e, gerisi düş. Ben’in ne kadar iyi çaldığını bilmiyoruz, kendisi çalamadığını iddia ediyor ama tabureye oturduğu zaman sohbetin ilerleyişinden anlıyoruz ki küçük insanların büyüsü zamanı eğip büküyor, donduruyor muhtemelen. Emma başta anlamıyor, belki çok güzel bir şarkıyı dinledikten sonra piyanoya yaklaşmak istediğini düşünüyor Ben’in, ardından fark ediyor ki adamın parmakları tam bir piyanistin parmakları. Otuz saniyelik bir şey, Ben parmaklarını tuşların üzerinde gezdirdikten sonra satıcı geliyor, piyanonun fiyatını söylüyor ama asıl istediği Ben’in biraz daha çalması, anlıyoruz. Dört veya beş taksit halinde ödenebilir bu arada, ilk taksit elli papel, o durumda önemsiz, sadece biraz daha müzik. “Satıcı iskemleyi onun altına doğru sürdü, Ben oturup çalmak diyemiyeceğini söylediği işi yapmıya koyuldu. On beş yirmi saniye kadar parmakları tuşlarda dolaştı, sonra bir melodi buldu, iki dakika kadar onunla oynadı. Bırakacağına yakın müzik hafifledi, üzgünleşti; Ben’in piyanodan gittikçe daha hoşlandığı iyice belli oluyordu. Melodiyi geliştirdiği sırada bir yandan da satıcıya piyanoyla ilgili sorular soruyordu.” (s. 18) Teşekkür edip kalkar Ben, Emma’yla birlikte küçük bir lokantaya girip sandviç yerler, Emma piyano çalmayı nereden öğrendiğini sorduğu zaman Ben hiç öğrenmediğini, nerede bir piyano görse bir denediğini söyler, çocukluğundan beri. Parasızlıktan. Lokantadan çıkınca parasızlıkla ilgili kısa bir konuşma, sonra final: “Ben caddeden aşağı doğru yürüdü, Emma mağazaya girdi. Ne yapıp yapıp onun bir gün bir piyano ele geçireceğini biliyordu, sonra da her şeyi, her şeyi.” (s. 19) Mükemmel.
Saroyan okumalı, herkes okumalı.
Cevap yaz