Kitaptaki yazıların bazılarına Kanetti’nin diğer bir kitabında rastlamıştım ama yıllar sonra derlenen halindeki not kısmı yoktu tabii, bahsedilen güncel konuların üzerinden on küsur yıl geçtikten sonra neyin değişip değişmediğini gösterdiği için yorumlar önemli. Hangi yazılar mükerrer bilemiyorum, açıp bakmadım çünkü çok önemli iki şey oldu: yarım saat önce ağırlık kaldırırken kolumu sakatladım ve sokakta bağırış çağırış, bir şeyler, dikkatim dağıldı. Kısacası Barış Manço, Halil Ergün, Zülfü Livaneli gibi sanatçılar popülizme bel bağlayarak 1994’teki seçimlerde bir yerlerden aday oldular ama başaramadılar, Kanetti bu politikacısız politikayı eleştiren bir yazı yazdı, Zülfü Livaneli’yi destekleyen Sabah‘ın patronları anında işten attılar Kanetti’yi ve seçim hezimetinden iki hafta sonra Ercan Arıklı telefon ederek Kanetti’yi işe geri çağırdı. Yazar onuru, dank diye geri çevirmiş Kanetti. Notlu yazıların önemi böyle gelişmelerle ortaya çıkıyor, diğer yazılar ilk kez toplanıyor olabilir bu kitapta, her telden çaldığına göre öyledir. Müthiş bir Yahudi aile anlatısı var mesela, Kanetti’nin Almanya’daki bir arkadaşının isteğiyle yazdığı o yazıda koşeriydi, Büyükada’daki cemaatiydi, ailenin Fransa’daki bilmem ne koluydu derken hem o bir arada yaşayabilme çabasını, dağılmama isteğini hem de geçişkenliği görebiliyoruz, çok kültürlü ortamda yetişenler birkaç dil öğreniyorlar, zaten bir tedirginlik, hassasiyet var, okuyup bir şey olmak gerektiği için aldıkları eğitim iyi, başka ülkelere gidip yerleşmek çok kolay yani. Teyplerle haber gönderiyorlarmış birbirlerine, kasetlerle daha doğrusu, Paris’te yaşayan kuzenin sesi geliyor mektup gibi. Hiç görmemiştir Kanetti, ailenin o yakası çok uzaktadır ama sese aşinadır, Ladino ve Türkçe söylenen şarkıları bilir, kültürle çoktan kurulmuştur köprüler.
Bölüm bölüm alayım, “Deli Ruh”taki yazılarda meşhurlarımızla ilgili düşünceler. 1960’larda Yves Montand sahneye siyah yerine kahverengi takımla, kravat takmadan çıkmaya kalkınca olay olmuş, bizdeyse Zeki Müren kendine has kostümleriyle olaymış o yıllarda, milletin bağrındaki yeri çok özelmiş. “Bizans ve Osmanlı’nın vârisi bir toplumun deli ruhu, böyle görüntüleri hiçbir zaman garipsemedi.” (s. 2) Enteresanı inandırıcı bulmak, toplumumuzun zevki. Beyazperdede Belgin Doruk’la karşılıklı oynarlarken yine makyajlı, saçları yine pofuduktan hallice Zeki Müren’in, arıza yok. İki portre birleşebiliyor, bir yanda ağzı çarşı pazar Bülent Ersoy, diğer yanda tane tane Türkçe, ikisine de yer var. Başka, Torino’ya transfer olduktan sonra oralara uyum sağlayamadığını cümle aleme duyuran Hakan Şükür’ü “gelmiş geçmiş en egzistansiyalist futbolcu” olarak damgalaması Kanetti’nin, matrak. Galatasaray gibi bir takımda oynadıktan sonra Torino küçük gelmiş anlaşıldığı kadarıyla, herkes ondan dünyaları bekliyormuş ama içine kapana kapana küçücük kalmış Şükür. “Fethullah Hocacıymış bir de, hiç inanmam. Hangi müminde görülmüş bu kadar zora gelememe, bu kadar tatlı can; bir kere olsun, ne koşullarda gurbete gitmiş, nelere dayanmış sayısız işçiyi, işsizi, şairi, sanatçıyı hatırlayıp hafif mahçup olmama?” (s. 8) Tanju Çolak vakası da hoş, zamanında Avrupa’nın en çok gol atanlarını çağırmış Adidas ödül vermek için, Kanetti salonda yerini almış. Beckenbauer var, Maradona var, daha da kimler var ortamda ama Tanju yok, Samsunspor’un başkanı Hasbi Menteşoğlu öfkeden fena kızarmış. Nihayet geliyor Çolak, bumburuşuk takım elbisesiyle mekâna girip Maradona’nın jiletliğini görünce şok oluyor, organizasyonun o kadar önemli olmadığını düşünmüş meğer. Birkaç yıl sonra Rıdvan Dilmen’le birlikte mühim bir sanat galerisini bara dönüştürmek için ortaklık kurmuşlar ama olmamış o iş, bilmiyorum neden, Çolak’ın hesap kitap yapmayı sevmediğine bağlıyor Kanetti. Sadece meşhurlar da yokmuş bu bölümde, çocuk işçilere dair bir yazı var, bugün devlet eliyle çalıştırılan çocukların o zamanlardan çile çektiklerini anlatıyor. Dünyada çocuk işçi sayısı Türkiye nüfusunun dört katıymış o zamanlar, Birleşmiş Milletler çözüm olarak fabrikalarda okula benzer yapılar kurmaya kalkmış da günün yarısını işe, yarısını eğitime, kalan zamanıysa uykuya ayırmış çocuklar için. Şimdi nasıl oluyor, çocuklar meslek liselerindeki özel bir programa kaydolup dört gün sabahtan akşama çalışıyorlar, asgari ücretin üçte birini alıyorlar, bir gün okula geliyorlar ki çoğu da gelmiyor çünkü genç çocuk bunlar, dört gün eşek gibi çalıştırıldıktan sonra bir de okula mı gelecek, kafasında böyle.
Vincent Van Gogh’la ilgili upuzun bir yazı, gazete için. Var mı şimdi böyle yerinde görüp de yazmak, günlük gazetede yayımlatmak? Müdürler sipariş edermiş böyle yazıları ama şimdilerde gerek duymuyorlar. Kanetti o zamanlar Ömer Uluç’la bol bol sergi gezip gördüklerini yazılarına aktarmış neyse ki, Fikret Mualla’yla ilgili yazısı ne hoş. “F. Moualla” imzalı resimler fink atıyormuş piyasada ama ressamın kime ne çizdiği, ne zaman çizdiği bilinmediği için katalog yok, eserlerin yarısı belki biliniyor. Hıfzı Topuz’un kitabı mıydı o, Mualla’nın yaşamı tanıklıklarla anlatılıyordu, söylenene göre bir şişe şarap için şipşak çizdiğini bırakır gidermiş Mualla, evine kapanıp asıl çalışmalarını sürdürürmüş. Picasso’yla anısı biliniyor, değinmiyorum. Hamisinin barındırdığı dağ evinde çizdiklerini de biliyoruz ama Paris’te geçirdiği yılların kayıpları büyük. Ne yapılmalı, katalog en büyük ve en zor proje olarak bekliyor. Komite kurulacak ki Mualla’nın eserleri benzerlerinden, sahtelerinden ayrıştırılabilsin. Vakıf kurulacak sonra, etkinlikler ve resmî işler için. Yapıldı mı bilmiyorum, kimse uğraşmamışsa Kanetti’ye göre ufak hedefler ülkesi olmaya devam ediyoruz. Paris’te La Palette nam kafeye atlıyoruz, Türk sanatçıların takıldığı bu kafeye Roland Topor ve ailesi de gelirmiş, Türk dostlarıyla muhabbet ederlermiş. Kiracı‘sı geçtiğimiz yıllarda yayımlandı, çizimlerine internette rastlanabilir, ayrıca Ankara’ya gelip jüri üyeliği yapmışlığı da var Topor’un, helal. 2012’de düşülen not: kafe el değiştirdiği için Türkler başka bir kafeye geçmişler, bunun dışında hiçbir yerine dokunulmamış mekânın, aynı şekilde hizmete devam. Kanetti’nin değindiği Ortaköy’deki mekânınsa tozu kalmamış, hızlı değişim kent hafızamızı cortlatırken İhsan Abi’yi de özletiyor. Yazdım hikâyesini, bir yıla basılır herhalde. Chelsea Hotel’i görünce dedim, biraz da kaybolan ortamların yasını tutalım. Neyini tutacaksak buradan. Şarkıları düşünüp üzülebiliriz. Bu otel meşhurdur, geçtiğimiz yüzyılda bilim insanından sanatçısına pek çok ünlüyü ağırlamıştır, bu otele adanmış şarkılar vardır, bu otelde yaşayan yalnızlara adanmış şarkılar vardır, bu otelde hayatını kaybeden sanatçılar vardır, hüzün dolu, tarih dolu bir mekândır burası yani. Elbet yıkılmaz ama el değiştirmiş de onu yazıyor Kanetti, yeni sahipleri üç kuruşa oturan ömürlük misafirleri çıkarmak için elinden geleni yapınca modern dünya pahalı ve konforlu bir yapı daha kazanmıştır, çok iyi. Şehirlerdeki heykellerle bitireyim, anamadığım onca yazı okurun elinden öper. Bizde de sorun oldu bu, Akdeniz heykeli alındı da bir yere kondu, protestolardan sonra Galatasaray’ın köşesine yerleştirildi. İktidar değişince heykellerin yerleri de değişiyor, bazı heykeller depolara kaldırılarak gözden uzak tutuluyor, bazıları kırılıyor, sanatçı ne yapıyor bu durumda? Sanatçı sergilenmesi için üretiyor eserini, politikacıların çıkardığı sıkıntıları sallar mı, sallamaz, açıverir davayı. Dubuffet açmış bir zamanlar, tazminat değil de heykelin dikilmesini istediği için medyayı, entelektüelleri harekete geçirip kamuoyu baskısı oluşturmuş, davayı kazanınca da yapmamış heykel meykel. Renault’nun binası içinmiş o heykel, devlet binanın tam karşısına konmak üzere Dubuffet’ye başka bir heykel ısmarlamış bu kez, süper olay.
Kanetti’nin üslubunu seviyorum, birikimi muazzam. Yazılarını okumalı.
Cevap yaz