Günyol’un bu kitabındaki yazılar 90’lı yılların tam ortasından, iki mesele etrafında toplanıyor: gericilerin karanlığı karşısında Atatürk’ün güneş gibi doğması ve laikliğin elden gitmemesi için elimizden geleni yapmamızın gerekliliği, Can’ın o dönem bastığı kitaplar üzerinden gericilerin karanlığı karşısında güneş gibi doğması ve laikliğin elden gitmemesi için elimizden geleni yapmamız fikri. Türbanlı kadınlar ne kadar kötüymüş, oysa açık kadınların güzelliği ne süpermiş, adeta yaşam sevinci veriyormuş, cıvıl cıvıllarmış, diğer tarafta karanlık varmış, bu taraf aydınlıkmış falan, kısacası siyasi yazıları pas geçip diğer kısma bakmak lazım zira tekrardan başka bir şey yok sağa yönelik eleştirilerde. Ki eleştiri bile yok, Eliot’tan, Voltaire’den alıntılar yoluyla bağnazlığı gömmece. Arada çıkmıyor değil Günyol’un panik yapmadığı yazılar, mesela “Yurt ve Ana Sevgisi Üzerine” hoş. Anasını seven yazarlar geçidi: Exupéry’nin mektuplarında ana sevgisi var, Camus önce annesini sonra yurdunu sevdiğini söylemiş, onlardan bahsediyor Günyol, bizde Ahmet Rasim’den, Yahya Kemal’den, Sait Faik’ten ve Selim İleri’den. Rasim’inki yatılı okula alışamayan bir çocuğun anne özlemi, anılarında var, Sait Faik’in sevgisi ezelden zaten, Selim İleri de biraz öğrenci kontenjanı gibi görünüyor zira Günyol’un Beyoğlu Atatürk Erkek Lisesi’nden öğrencisi İleri, ilk metinlerini öğretmeninin dergisi Yeni Ufuklar’da yayımlatıyor, gerisi malum. Nazlı Eray’ın “Anneme Mektup” başlıklı yazısı iyiymiş, anneye giderken Bursa ile gitmek anlamlı, ben de anneme gidiyorsam Mustafakemalpaşa’yı yanıma alırım çünkü annem, ana tarafı oralıdır, kendimi oralı bilirim, çok da severim ağacını suyunu. Neyse, Atatürk bir uygarlık güneşidir, özel yaşamında dedikodusu yapılacak çapkınlıkları dışında pırıl pırıl bir dünya görüşü vardır ki tüm peygamberlerin yaşamları öylesi dedikodularla doludur Günyol’a göre, tam burada noktalayayım zira daha da garipleşecek olaylar. Dedim, ilk bölümü noktalayamadım, Ara Güler ve Sabiha Sertel gibi mühim insanların övüldüğü yazılar iyidir de esas Günyol’un Sevda Şener’e sitem ettiği, Varlık’ta yayımlanan yazısı ilginç. Cüneyt Gökçer’in 50. sanat yılı dolayısıyla Cadı Kazanı oynanacakmış, Sevda Şener etkinlikle ilgili yazısında metnin çevirmeni olarak Sabahattin Eyuboğlu’nu anmış ama Vedat Günyol’dan bahsetmemiş, üstelik Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü’nde birlikte çalışmalarına rağmen. “Oyunun galasına çağrıldım nasıl olduysa. Oyunu büyük bir hayranlıkla seyrettim. Gerçekten büyük bir başarı ile karşı karşıyaydım. Oyunun bitiminde sahneye oyuncular geldi bir bir. Alkışlandılar. Ayrıca, suflöründen dekorcusuna, makyaj ustalarına kadar, oyuna katkısı olan kimseler seyircilere tanıtıldı. Ama, oyunu çevirenlere bir merhaba olsun çakılmadı. Sabahattin ustanın adı anılmadı. O gün gala günüymüş. Oyunun bitiminde, Cüneyt Bey’in 50. sanat yılı onuruna kokteyl veriliyordu. Küçük düşmemek için kokteyle katılmadım.” (s. 49) Bir hafta sonra başka bir oyuna çağrılmış Günyol, sahneye çıkan oyuncuların yanında çevirmen de varmış, öyle bir gelenek varsa neden Eyuboğlu’yla Günyol anılmamış? Gazetelere verilen on ilandan sadece ikisinde adına rastlamış yazar, üzüldüğünü belirtiyor.
İkinci bölüm diyebiliriz, günlük tutmayı bir türlü başaramamasına rağmen 1972’deki teşebbüsünden örnekler sunuyor Günyol, o zamanki yazılarına baktığımızda günlük tutmayı başaramadığının farkında olduğunu görüyoruz ve okuyunca anlıyoruz neden başaramadığını. Denemeden başka bir türe geçemiyor yazar, günlük diye başladığı metin de bir süre sonra denemeye dönüyor, günden fırlayıp zamanları aşıyor, sayfaları da aşıyor, aşabileceği her şeyi aşarak genişliyor. Hikâye anlatıcılığı var mesela, günlük tutmaya çalıştığı ilk seferde kız kardeşi Mihrimah’ın apandisit sancıları giriyor metne, ameliyat sürecinden başka bir şey yok, sonrasında sosyalizmden başka bir izm benimsememe faslı. Dikkat çekici ne var, yine mektup girmiş günlüğe, biraz da kırgınlık. Sabahattin Eyuboğlu’nun ev davetleriyle ilgili, biri daha bundan bahsediyordu ama kim olduğunu hatırlamıyorum şimdi, Oktay Akbal mıydı, yazdığımı hatırlıyorum sadece. Uzaklarda mıymış, uzun bir yolculuk sonucunda varılıyormuş eve, tabii kültür sanat şorlaması, türlü türlü insan, genellikle dönülmüyormuş aynı gün. Eyuboğlu’nun tepedenliği tahammül edilebilirmiş, belli ki Günyol için kırıcı olduğu için izi var. Ruhi Su “mucize gibi” aralarına düşünce kendi evinde de toplanmalarını söylemiş Günyol, lafı ağzına tıkılmış hemen, Eyuboğlu’na göre Günyol’un evi uzakmış. Uzak dediği de Kalamış, mis gibi ev anlaşıldığına göre. Yine de ömrünün son gününe kadar dostunun yanında olmak istediğini söyleyerek bitiriyor Günyol, o kadar da küs değil. Küs olamaz zaten, birlikte hapse girip çıktılar, kaç çeviriye imza attılar, kader arkadaşlığı gibi bir şey. 1973’ten bir kaydın çoğunu alayım da Günyol’un günlük yazamadığı için neleri kaybettiğimizi görelim: “Cem Yayınları’na gittim. Dağlarca, Vietnam üzerine yazdığı bir şiiri okudu. ‘Ben Vietnam bayrağı olmak istiyorum’ diye bir dize vardı, sakıncalı mı değil mi diye tartıştık üstünde. Sonra Sabahattin’den söz ettik. Cenaze günü, Merkez Efendi Mezarlığı’nda, o karanlık çukura tabut konurken, Dağlarca, uçaklardan atılan bir bombanın açtığı bir çukur düşünmüş. O çukur Sabahattin’in gömüldüğü çukurdu. Sanki bir bomba atılmış, hepimiz şaşkına dönmüşüz, korkudan orada donup kalmışız. O sıra, rastlantı ile, bir uçak uçmuştu gürültüyle. Dağlarca paniğe kapılmış o sıra.” (s. 114) Bir tane daha: Tek Parti Dönemi’nde hapse atılan sanatçılar çıktıklarında işkenceden geçmemiş olanlara üstten bakarlarmış, aşağılık duygusu doğarmış böylece. Nedir, Eyuboğlu o sıra hapse girmemiş tabii daha, solcu olduğu bilinmesine rağmen yüksek devlet katlarında çalışıyor üstelik, onu her fırsatta aşağılamaya çalışan biri var. “Ressam Aliye Berger’in bir dost toplantısında Bu Melek Satılık Değildir adlı bir çeviri dolayısıyla Eyuboğlu’nu ve beni, bir Amerikan ailesinin kokuşmuş hayatını dile getiren bir oyunu sahneye aktarıp, sol eylemi amacından saptırmakla suçlamıştı. Haklı mıydı, değil miydi, bilemiyorum.” (s. 117) “Eski tüfekler” kafalarına estikçe saldırırlarmış böyle, Günyol bıkmış olacak ki durumun hazinliğinden bahsediyor, 12 Mart’la birlikte hapse girip çıktıktan sonra kimseye tepeden bakmadıklarını söylüyor. Eyuboğlu yaşama sevincini kaybetmişti zaten, Günyol da işine gücüne dönmüştü, kısacası hiçbir arıza çıkarmamalarının yanında Maltepe Cezaevi’nde tanıdığı nice yürekli insanla iç içe yaşamaktan da son derece memnunlar ki içlerinden birinin Günyol’a dair yazısı var sonda, evet, belki mücadelenin kalbinde yer almamışlar, teorik bilgi de eksik ama has adamlarmış, bir dünya öğrenci ziyarete gelip bir de teller ardında hocalarıyla birlikte ders çalışıyorlarsa saygıdeğer insanlarmış.
Ev bahsi. Günyol mülkiyetten zerre hazzetmediği için hiçbir zaman ev sahibi olmamış, babadan kalma ev satılınca hep kirada oturmuş. Fenerbahçe mi orası, Tevfik Paşa Sokak’taki evi polis tarafından iki kez basılınca ev sahibi çıkmasını söylemiş ezile büzüle, Günyol da mahkeme dava falan uğraşmayıp çıkmış, Okullar Sokak’taki eve taşınmış. Haritadan baktım, herhalde adı değişmiş sokağın, bulamadım. Neyse, Aziz Nesin yeni evi satın almasını söylemiş ama Günyol’da öyle bir istek yok, eh, Aziz Nesin kızına almış da Günyol’a kiralamış sözde. Belalı bir kiracı almış başına, haberi yok. Gerçi Günyol da orada pek barınamayacağını düşünüyor ki binlerce kitabını kutularda bırakmış kısa süre sonra taşınır diye. Yerleşikliğe karşı yani, yaşı altmış iki. Bir dergi daha çıkarır belki, birkaç yazı daha yazar ki yazdı. Çok yaşadı, güzel yaşadı.
Cevap yaz