Tuncay Birkan’ın derlediği yazılarda gündelik yaşamdan sahneler var, “kadın sorunu” var, Vâ-Nû temayülü olduğu için her konuda kalem koşturabildiğini söylediğine göre her birinde yetkinliği vardır demek aşırıya kaçmak olur ama “bilen adam”ın bildiklerine bakmak eğlenceli. Öğretici de. Hikâye anlatıcılığı dört dörtlük, sokağın sesi gümbür gümbür. “İki kişi için birinci mevkiye elli kuruş istediler. Verdik. Bilet desteleri önlerinde durduğu halde her nedense bilet kesmeden bizi içeri koyuverdiler. Girdik ki mahaşerallah! Birinci mevkide iskemle bulmak değil a, iğne atsan yere düşmeyecek. Localardan biri boştu. Onu tutmak üzere gişeye döndüğümüz zaman teşhis olunduk. İsmimi telaffuz ettiler. İki-üç kişi etrafımı aldı, ‘Aleyhimizde yazmaya geldiniz galiba?’ dediler.” (s. 41) Ataç’tan nasıl korkuyorlarsa Vâ-Nû’dan da öyle korkuyorlar zira okurları arasında milletvekilleri, devlet adamları, mühim kişiler var, yazıların etkisi hemen kendini gösteriyor. 1948’deki DTCF Tasfiyesi’nin Yargıtay’dan döneceğini düşünerek yazdığı yazı -aklıevvellerin münevverleri öyle kolay kolay alt edemeyeceğini, devletin kurumlarının adaletten şaşmayacağını umutla söyler bir iki yazısında Vâ-Nû, ne yazık ki haksız çıkar, Yargıtay’ın kararıyla birlikte Behice Boran, Pertev Naili Boratav ve Niyazi Berkes’in üniversiteyle ilişikleri kesilir- Ankara’da yankılanır, Berkes yazara ulaşıp teşekkür eder, yazısının çok okunduğunu söyler. Sadece bir örnek bu, Vâ-Nû’nun dönemindeki yazarlara göre daha cesur olduğunu söyleyebiliriz, lafını esirgemediği için tanışlarının dahil olduğu işleri de eleştirebilir, devletin önayak olduğu ekonomik eşitsizliği de eşeleyebilir, bu yüzden fikirlerine önem verilir. Aleyhte yazmaya gelmez ama yazılacak bir şey varsa lehtir, aleyhtir, neyse onu yazar, mesela bilet kesilen yer tuluat kumpanyasıdır ve kumpanyanın sahibi Galatasaraylıdır, Galatasaraylılar birbirlerini tutarlar, o zaman kötü bir şey yazmak doğru değildir. Hiç kulak asmaz yazar, yapıştırır. Gerçi pek yapıştırmamış bu yazısında, etrafı gözlemlemiş. Kadınlarla erkekler bir arada izliyorlar gösteriyi, çok iyi, yazının 1929’da yazıldığını göz önüne alınca, aslında çoğu yazının yazıldığı yılı göz önüne alınca toplumsal değişimlerin derecesini daha iyi anlayabiliriz. Nedir, kantolar vardır ve “eti budu dolgun” kadınlar sahnededir, halk bütün o rejim mejim muhabbetine rağmen kilolu kadınlardan hoşlanmaktadır. Savaş sonrasında moda olan zayıflık yeni bir güzellik anlayışını getirmiştir ama tam getirememiştir, tuluatın ön planda olmaya devam etmesi gibi bu da büyük değişimlerin önünü açmamıştır henüz. “Asri Rüyalar”da insanın kabuslarına giren olayların modernleşen toplumdan izler taşıması söz konusu, hani cübbeli, sakallı ecinni dedeler, cehennem zebanileri, bilmem ne hamamında göbek atan cinler yok artık, araba kazaları var, tramvay var ki bilhassa İstanbulluların kabuslarında tabii, demek asriliğin bir etkisi de bu olacak. Radyo da olacak ama rüyayla sınırlı kalmayacak radyonun varlığı, uyanıkken kabus gördürecek çünkü Von Papen’iydi, Hitler’iydi, kim varsa onların höt höt konuşmaları yayılacak evlere. Troçki’yi dinlemiş Vâ-Nû, anlaşıldığına göre Stalin’i de dinlemiş, özellikle ilkinin iyi bir hatip olduğunu söylüyor da Almanlar bambaşkaymış o konuda, özellikle Von Papen. Yıl 1933, aradaki parazitleri Avrupa’yı dolduran işsizlerin, bedbahtların sesi olarak duyuyor yazar, felaketin yolda olduğunu öngörüyor. Siyasi yazılarında İkinci Dünya Savaşı’ndan sonrasına dair değerlendirmeleri zamanına göre çok isabetli, mesela liberalizmin yol açtığı arızalar, faşizmin tekrar pörtleyeceğine dair imalar, diktatörlerin elinde oyuncak olan demokrasiye ve sermayenin sömürmek için demokrasiye bakmadığına dair görüşler dikkat çekici. İyi okuyor dünyayı Vâ-Nû, Refik Halid Karay’daki sallamacılıktan eser yok yazılarında, misal kısa zaman önce Batılı ülkelerin liderlerinin katıldığı bir toplantı mı oldu, hemen bilgi edinip yorumluyor. Dış politikayı onun yazılarından takip eden çok olmuştur diye düşünüyorum, politikacılarla kurduğu ilişki biraz da bu uğraşındandır. İktidarın işlevsel oyuncağı olan 141’e en civcivli zamanda karşı çıkar, Türklüğün tahkir edilmesini işledikleri suçlara sebep gösterenleri eleştirir, gerçi bu ikincisinde kanundan bu maddenin kaldırılmasını teklif etmediğini, fırsatçıların cezalandırılmasını söyler sadece, olsun, yine devrinin cesur yazarlarındandır Vâ-Nû. Bobstil mevzusunu piyasaya ilk çıkaran yine kendisi, Şişli taraflarında 17-25 yaş arasındaki gençlerin yeni tarzlarını bombalıyor, Refik Halid’e üç beş yazının konusunu veriyor böylece. Öyle büyük bir sorun değil, modalar gelip geçici, gençliğinde vakit geçirdiği tuhaf giyimli arkadaşlarının yıllar sonra “doğru düzgün” insanlara dönüştüklerini, tehlikenin modada değil de ömür boyunca o kalıpta ve ruhta kalmak olduğunu söylüyor yazar. Toplumun eleştirdiği çoğu yeniliğe bakışı bu, modaysa geçer, kalıcı gibi görünüyorsa değişerek uyum sağlar, olan çoğu şey iyidir. Tamamen olumlu tarafından görmek gibi değil, dilenciler çoğaldıysa elbet yardım edilir, insanın vicdanı vardır, bunun yanında asıl sorun dilencilerin sayısındaki artıştan ziyade sefaletle mücadelenin zayıf kalmasıdır. İki turist Kalamış’ta mayoyla sokakta yürüyorlar diyelim, ayıplandıklarında Avrupa’da o şekilde dolanabildiklerini, İstanbul’un huyunu suyunu bilmediklerini söylüyorlar. Buradan çıkan ders sert önlemler falan almak yerine halkın tepkisine güvenmek. İyi niyet elbet, tepkide aşırıya kaçılacağına dair korku yok, halka güven. Kıyafet devriminden çok önce üstüne başına bakmaya başlayan halkın sezgisi: erkekler belli renklerin dışında gömlekler giymeye başlıyorlar, kadınlar çarşafları çıkarıp türban takıyorlar. İkincisinin ilk örneği, şimdi aradım da bulamadım ama yanlış hatırlamıyorsam tiyatrocu Afife’de görülmüş, Afife Jale midir, herhalde. Diğer yanda şapka benimsenmemiş hemen, tek tük görülüyormuş şehirde de beğenilmiyormuş. Kıyafetlere dair yazılar yine değişime dönük, rakınrol gibi. Avrupa, Amerika bu delilikle çalkalanıyormuş, gençler kafayı yiyorlarmış, eyvah mıymış? Değilmiş, olurmuş öyle şeyler, gençler iyisini bilirlermiş. Çağların bilgeliği var Vâ-Nû’da resmen, sakin sakin bakıyor, izliyor da pek bir fenalık gelmeyeceğine karar veriyor sanki o modalardan, vaziyeti izah ediyor okuruna. Tutturamadığı ne, köylülerle ilgili bölümler belki, hani gecekonduların arttığını, köyden kente göçün yol açacağı sorunları bilmiyor değil ama 1950’lerde pek iyi yorumlayamıyor sanırım, muhtemelen idealin etkisinde kalıyor, Anadolu irfanının. Kitlelere başka bir yerden yaklaşmak lazım, o bilinç ya yok ya niyet başka. Ucundan dokundurmuyor değil, üretimin arttığı yıl Bursa’daki rakı tüketimini önceki yıllarla kıyaslayan yazar köylünün parasını sırf içkiye gömmediğini düşünmek istiyor, yetkili abilerle konuştuğunda köylülerin neye para harcadıklarını öğrenip sıralıyor: şehirden ev alıyorlar, evlerine eşya alıyorlar, kısacası tüketime yatırıyorlar paralarını, oysa biraz da başka yerlerde değerlendirseler. Gibi.
“Kadın Sorunu” başlı başına incelenmeli, ilk yazıyla bitireceğim ben. İzmir’den bir haber almış yazar, Bergama’da “Halil Ağa” adıyla yaşayan biri ölmüş, cenazesi yıkanırken görülmüş ki kadınmış aslında, elli sene kendini erkek zannettirmiş. “Seciyesinin meyli” erkekliğe olabilir, kendini saklaması gerekmiş olabilir, kişinin durumunun sebepleri eşelenince şuraya varıyoruz: “Kadınlar, bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de nazariye itibarıyla erkekle eş oldular. Tatbikatta ise, erkekleri mağdur mevkide bıraktılar: Aynı medeni, hukuki, örfi imtiyazlara malik bulundukları, kocalarıyla aynı tahsili gördükleri halde, çalışıp para kazanmayı gene erkeğin omuzuna yüklemek zihniyetini taşıyorlar. ‘Evin geçimini temin, kocamın borcudur!’ demek, hemen bütün dünya kadınlığının şiarı! İstisnalar pek az.” (s. 193) Buyurun muhabbete. Daha da neler. Dört dörtlük derleme.
Cevap yaz