Tasos Avgerinos – Sefiller Kervanı

Perilerin suya düşenleri foka dönüşür, kıyıya insan kılığında çıkar, musallat olduklarının işini gücünü bozarmış. Göçmenlere duyulan nefretin bir yansıması. Kuzeyden güneye inen insanlar hasta olurlar, sayıklarlar zira kuzeydeki kıtlık yüzünden çekmedikleri kalmamıştır, yiyecek doğru düzgün bir şey bulamadıklarında sağlıklarından oldukları gibi “perileştirilirler”, katledilirler. Periler‘i okuyorum, Richard Sugg bu fenomenin 19. yüzyıldaki alımlanışını anlatırken sosyoekonomik durumdan da bahsediyor, “öteki”nin nasıl dışlandığından. Uzak bir yerden aldım da çağrıştırdı Avgerinos’un insanlarını, hikâye benzer. Bursa, Balıkesir, İzmir yöresinden kaçıp Yunanistan’a giden Rumların yaşadıkları zorluklar var bu öykülerde, göçün hemen ardından maruz kaldıkları eziyet. “Sonrası tam bir trajedidir. Acılar, yoksulluklar, toplumsal dışlanmalar tam da bu noktada başlar. Gittikleri yerlerde, ‘keşke batsaydı bizi buraya getiren gemi’ dedirtecek kadar, onyıllar boyunca açlığa, sefalete, sahipsizliğe mahkûm olur, ‘Türk tohumu’ olarak adlandırılır, ucuz işgücü ordusu olarak ağır sömürüler altında inletilirler.” (s. 9) Aradan kuşaklar geçmesine rağmen özlem sürer, doğduğu topraklarda gömülmeyi vasiyet eden nineler, dedeler vardır, Anadolu’dan gelen bir hediye, komşunun söylediği eski bir şarkı, hatırlanan dostluklar yaraları tekrar açar. Muğlalı göçmen bir ailenin çocuğu Avgerinos, 1945’te doğmuş, kırk yıldan fazla bir süre gazetecilik yapmış, göçmenlerin hayatlarını yazmış daha çok. Öyküyle haber metni arasında bir ayrım yapmadığından mıdır nedir, kitaptaki öykülerin çoğu son derece başarısızdır, asgari öykü bile değildir, bunun yanında -okur eğer katlanabilirse metinlerin yavanlığına- göçmenlerle yerleşikler arasındaki gerilimi, İkinci Dünya Savaşı’nın durumu besbeter hale getirdiğini pek iyi yansıtmıştır Avgerinos, karakterler üzerinden dönemin politik çatışmalarını işler, işçi sınıfının mücadelesiyle toplumcu gerçekçi damara bağlanır. Öyle keskin bir bakışı yoktur gerçi ideolojik açıdan, slogan atmaz, beylerin paşaların yedikleri herzeleri, yoksulların günü çıkarmak için yapmak zorunda kaldıkları işleri doğrudan, sadelikle anlatır. Nedir, slogan yoktur da karakterler durup durup isyan ederler kendi kendilerine, geleceği parlak öğrencilerini birer birer atölyelere kaptıran öğretmenin tiradı misal, öyküden fırlayıp kafamızı yarar. Da, başka yere bakıyorum, komşunun derdine ortak oluyorum. Gerçi neyine ortak oluyorum, derdimiz aynı zaten. MESEM’den sorumlu müdür yardımcısıydım iki yıl boyunca, veliler çocukları örgün eğitimden koparmasınlar, diye ne dil döktüm, geçim derdi söz konusu olunca çaresiz kaldım. Evet, asgari ücretin üçte birine muhtaç aileler, yemeği de usta karşılıyor, tamam. Veli ziyaretlerine gidiyoruz bazen, gittiğimiz evlerden birinde pencere yoktu. Basbayağı yok pencere, muşamba germişler rüzgâr girmesin diye, o kadar. Avgerinos’un insanlarına bakalım, “Mağara”da Teselya Ovası’ndan esen dondurucu rüzgâr karşıcı, derme çatma evlerin duvarlarından sular akıyor, 1920’lerin sonunda Volo’nun çevresi göçmenlerin kondurduğu alçak damlı evlerle dolmuş. Resmî olarak mültecilerin malı değil bunlar, tapu verilmemiş çünkü hükümete göre önemsiz, mültecilere göre epeyce yüklü miktarda bir para söz konusu. Seçimlerde tapu vaadiyle oy topluyor politikacılar da iş tapuya gelince yan çiziyorlar, verimli bir sömürü. İzbe bodrumları kiralayanların yine üç beş kuruşu var, daha kötü durumdakiler başka çözümler buluyorlar, mağarada yaşamak gibi. Dul Leni Hanım oğlu Andrea ve kızı Harula ile bu mağaralardan birinde yaşıyor, sokakta kalmaktan iyi ama pek farkı da yok. On üç yaşındaki Andrea akşamları komşu tavernalardan birinde bulaşıkçılık yaparak yiyecek getiriyor eve, yoksa halleri harap. Çocuk sonuçta, arkadaş arıyor, aşağıdaki mahallede birkaç tane bulup oyun oynamaya başlıyor ama acımasız çocuklardan biri mağarada yaşadığını keşfediyor Andrea’nın, mahalleyi örgütleyip eziyet etmeye başlıyor çocuğa. Sıçanlar gibi mağarada yaşayan biriyle arkadaş olamazlar, bunu olabilecek en korkunç biçimlerde gösterince Andrea deliriyor, yakınlardaki madene gidip dinamit çalıyor. Gerçekten delirdiğini düşündüm burada, çocukların alayını geberteceğini haykırmıştı en son, mahalleyi havaya uçurabilirdi, onun yerine mağaranın girişine döşüyor dinamitleri, bum. Jandarmalar geliyor, sokakta yaşamanın mağarada yaşamaktan daha iyi olduğunu söylüyor onlara Andrea, öykü bitiyor. Şöyle açıklamalar katlediyor öyküleri işte, içerikten daha çok bahsetmeli. “Boş Hayaller”de iki kutbun temsilcileri arasındaki çatışmaya şahit oluruz, Evantia Stavrianu Hanım’ın evindeki ikonalardan Meryem Ana’nınkinin yanında Eleftheros Venizelos’unki vardır, kadına göre Venizelos seçimleri kazansa Küçük Asya’daki yenilginin intikamı alınır, göçmenler doğdukları topraklara dönerlerdi. Sultana Karavasili nam Muğlalı kadınsa Kral Georgio’nun safını tutuyor, ikonalarda resmedilen canavarı öldürdüğü gibi Türkleri de öldürecek kral, memlekete dönüş. “En trajik olanı ise mahallenin umut tacirlerinin, Küçük Asya’nın bir daha kendilerine yurt olmayacak şekilde kaybolup gittiğinin bilincine varmamış olmalarıydı. İki kıta ve beş denizin ortasında kurulan kısa ömürlü Yunanistan, nasıl İngiltere ve Fransa’nın çıkarlarının çakıştığı bir dönemin ürünü idiyse, aynı şekilde Küçük Asya da bu emperyalist güçlerin çıkara dayalı rekabetlerinin bir sonucu olarak Türklere teslim edilmişti gene ve Yunanlılar yerlerinden yurtlarından sürülmüşlerdi.” (s. 23) Bu kez anlatıcı fırlıyor öyküden, kafamıza düşüyor. Hikâyeyi başka tarafa çekerek bitiriyor neyse ki, balıkçı Stratis’in bir kayığa atlayıp Türk kıyılarına doğru kürek çekmesi sahil güvenliğin sıktığı kurşunlarla son buluyor. “Kin” yerlilerin acımasızlığıyla ilgili, Ayvalık’tan gelen göçmenin açtığı kahve iyi iş yapar zira adam malzemeden çalmaz, müşterilerine en iyi şekilde hizmet eder, bu yüzden dükkânı dolup taşar. Yılların kahvecisiyse sinek avlar, sudan hallice kahvesine muhtaç değildir millet artık. “‘Şu haksızlığa bak. Ben kira ödüyorum, dükkân için vergi veriyorum; peki bu züğürt ne yaptı: Geldi, hop dedi karşıya oturttu barakayı. Ne kira derdi ne vergi. Neymiş efendim, yardıma ihtiyaçları varmış ve yaşamlarını düzene koyana kadar vergiden de, kiradan da muaf tutulmalıymışlar. Devlet mi lan bu. Öz evlatlarına yardımı kesmiş, piçlerine bakıyor.’” (s. 29) Ne yapar bu, etrafına üç beş serseriyi toplar, tepeden de onay gelince bir gece yakıverir dükkânı, dükkânla birlikte göçmenlerin evlerini. Kahvehanesi yanan adam sonda bir tirat sallar, durumu derleyip toparlar, kardeşin kardeşe kıymasını lanetler.

Göç olgusundan uzaklaştığı öyküleri de vardır Avgerinos’un, “Vitrin Mankeni” mesela, mahallesindeki evlenmemiş kadınlar gibi olmak istemeyen orta yaşlı bir kadının hayal kırıklığı. Makyajına özen gösterir, kendine bakar bu kadın, ne ki evlenecek kimseyi bulamaz. Zamanında isteyenleri çıkmıştır ama daha iyisini beklemiştir, annesiyle babasının uyarılarını dinlemeyince bir başına kalır dünyada, umutları yavaş yavaş tükenir. Derken karşısına zengince biri çıkar nihayet, evlenmeye karar verirler. Adam bir anda buhar olup uçar sanki bir süre sonra, kadın polise gidip kayıp ilanı verir. Acı gerçeği orada öğrenir, adam dolandırıcıdır, dolandırmıştır kadını. Basitin basiti öykü, meh. Üvey annesinden yıllar boyunca şiddet görüp büyüdüğünde kendi işini kurmaya çalışan zavallı adamın da dünyası başına yıkılır, para biriktirip aldığı faytonu sulara gömülünce üzüntüden fıttırır. Başka bir öyküde yine yıkılan hayatlar, adamımız içkiye vurur kendini, can çekişen eşini hastaneye götürmek ister ama o kafayla beceremez, sokaklarda dolanıp hastane ararlar saatler boyunca. Adressiz mektupları Anadolu’ya yollamaya çalışan karakterin öyküsü en hüzünlüsü belki, geride kalan yakınlarına haber ulaştırmaya çalışır da başaramaz bir türlü. Ölü eşine yazdığı mektup, eh, kadın o göç günlerini görmeden gittiği için mutlu olmalı.

Nitelikçe düşük öyküler, yine de okunur, insanların neler yaşadıklarını bilmeli.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!