Tarık Dursun K. – Atım Kaçtı Ben Vuruldum

Tanıtımlar normal tanıtım, ne okuduysa inceden anlatmış K., listede Wallerstein’in yeni dünyanın olası kutuplarına dair metni var, Devrim’in üç atlısını anlatan Bertram D. Wolfe’un araştırması var ki tarafsız anlatımı alkışlar K., içeride neler döndüğünü içeriden anlatacak metinleri beklediğini söyler, Ağaoğlu Ahmet Bey’in liberal anayasaya dair söylemlerini aktarır, ilk anayasaya Devletçilik’in girmesinden yana değildir ama Mustafa Kemal’e laf anlatamadığını söylemiştir Ağaoğlu, Yakup Kadri’nin dediğine göre Batılılar onu kendilerinden bilmişlerdir ama “şoven denecek kadar milliyetçi”dir Mustafa Kemal, İngilizlerin adamı asla olmamıştır. Denemeler bölümlere ayrılmış, ilk bölümdekiler ortaya karışık biraz, Mustafa Kemal Atatürk’le ilgili olanlardan sonra edebiyat dergilerinin politize olduğuna dair bir deneme geliyor, edebiyatın geriye çekildiği sayfaları gündelik siyasetin doldurmasından şikayetçi K., sanat için sanat yapanları -yüzümü ekşittim burada- sallayan zaten yok, yayın organları ele geçirilmiş, eyvah. “Kimi dergiler de var, çırpınıyor yaşamak uğruna. Onlar daha çok orta yolun dergileri. Henüz kararsızlar. Sabırla bekliyorlar. Neyi mi? Onlar da bunu bilmiyorlar.” (s. 28) Ortamdan kaçmak için bir kitap öneriyor, ardından milletin dedikoduculuğundan dem vuruyor, erkeklerin kadınlardan daha dedikoducu olduklarına dair bir şey okumuş da aktarıyor, ruhbilimcilerin dinleme yoluyla sıkıntı giderici olduklarını ortalamanın bakışı olarak mı, kendi yorumu olarak mı sunuyor, ilki olduğunu düşünmek istiyorum. Cinsel yönelimleri yüzünden eziyet çeken sanatçılara değiniyor, Leonardo da Vinci’nin alacaklarını alamamasından, fıkra aslında bu yazıların çoğu? Ayşe Zarakolu’nun uğradığı haksızlık okumaya değer nadir yazılardan birinde, evet, K.’nın dili öykülerindeki dili andırır ama deneme çok daha fazlasını ister, öykünün zekâsını aşmalıdır bir kez, sıradanlıktan uzak durmalıdır. Genelde durmuyor, belki şurada: Frankfurt Kitap Fuarı’nda önemli bir ödül verecekler Zarakolu’ya, çağırıyorlar, pasaport verilmediği için gidemiyor Zarakolu da eşi alıyor ödülü. Olup bitene Frankfurt’ta şahit olan Doğan Hızlan ödülü Ragıp Zarakolu’nun aldığını görünce bir hoş olmuş, kitaplarında anlattıysa rastlarım, eklerim buraya. Evlilikle, ilişkilerle ilgili birtakım kitaplar okumuş K., bayağının bayağısı yazılar dizmiş, erkeklerin öyleliğiyle kadınların şöyleliğine dair birtakım üfürmeler, bunları doğrudan geçeyim de ilginç bölümlere geleyim çünkü bugün yeterince canım sıkıldı kitabı okurken, trende Bostancı’dan Küçükyalı’ya gelesiye denize baktım. Genelde bakmam, okuduğum şeye bakarım. Hava güzelken düz denizdir, biraz yağışlı, rüzgârlı havada değişiktir, bulutlara uyar, tuhaftır.

Başka bir kitapta var mıydı, yazmış mıydım, “Yazar Yaşamından 24 Saatlik Bir Kesit”. Galiba oğlu bahsediyordu babasından, öyle bir yazı vardı ama yazma pratiğine pek değinmiyordu o, K. doğrudan anlatıyor. “Yazar da sıradan bir insandır. Nerede? Özel yaşamında. Benzerleri gibi o da ya uyuma tutkunudur ya da erken kalkıcılardan (Bir itiraf, yaşlandıkça daha az uykusever oldum. Eskinin sekiz, on saatlik uyku doymazlığıma karşılık, bu yaşlarda artık altı saat çok bile gelebiliyor, ne garip!).” (s. 191) Kalkar kalkmaz dişlerini fırçalıyor, genç yaşta evlendiği için kahvaltı etmeye alışmış, önceleri etmezmiş, ah cefakâr kadınlarmış. Erkekler evlilik yaşamına geçmeden önce uzun-kısa bir bekârlık sürerlermiş de uzaması durumunda başa bela olurmuş. Tarihin en büyük tuzaklarından biri gibi geliyor bu bana, alışkanlık veya yaş mı bunu cazibeli kılan bilmem, yaşlandığı zaman bir başkasının yardımına muhtaç kalacağını düşünmeden yalnız yaşayabiliyor insan. O kadar yaşlanmadım gerçi, büyük konuşmayayım da bağırasım geliyor bazen: “Tezgâh lan bu!” Neyse, kahvaltı, çoraplar nerede, eskiden çıkıp arkadaşlarıyla buluşurmuş da artık bir yere gitmiyormuş K., Girik Han’daki büro veya gazete yok artık, on beş günde bir yedeklediği köşe yazılarını faksla, gazetenin aracıyla ateşliyormuş, markete gidip geliyormuş bazen. Bilgisayara da alışmış ama internet, orada durmuş, ekrandan okuyamıyormuş. Gazete okuma faslı, Saroyan da ilk iş ölüm ilanlarının bulunduğu sayfalara bakarmış. Odasına çıktıktan sonra, her yer kitap, yazı yazmalık ortam iyi, ya bir köşe yazısı ya hikâye ya da yarım kalmış bir roman bekliyor, kafasında her şey tamam, bir kâğıda dökülmeyi bekliyor. Öğlene kadar çalışmaca, yemek, kahve, bol bol düşünme. “Özellikle roman konusunda hazırlıklı değilimdir. Olayların akışını ve kahramanlarımın bu olaylar içindeki yerlerini başlarda saptamam. Yazarken onları kullanırım, çeşitli roller yüklerim. Kimi zaman bana karşı çıkarlar, bunu yaparlar, ama ben de onları cezalandırırım.” (s. 195) Eskiden sigara içermiş yazarken, artık içmiyor, anıları canlanıyor o sıra, mesela yayın danışmanlığı yapmıyormuş artık, o kadar kötü dosyalar okumuş ki yazar olarak köreleceğinden korkup bırakmış. Yeşilçam’a sıkça uğrar, yeni yetmeleri çekiştirirlermiş eski arkadaşlarıyla, ne biçimmişler, eskinin havası yokmuş. Kitapçıları gezermiş, az piyasa, ev. “Bir güzel huyum: Akşam olunca evdeki bütün ışıkları yakarım, bana kızarlar çok. Yokluk yıllarından ve gaz lambasından geldim… İçim öç doludur; o nedenle evde ne kadar elektrik düğmesi varsa, hepsini açık bırakırım. Arkam sıra birileri gelir ve sessizce tek tek düğmeleri kapatır.” (s. 197) Kalp krizi geçirirdim ben, bütün ışıkları açık bırakmak mı? Televizyon izlemeye bayılıyor K., aptal kutusunda eğlenceli şeyler var, mesela Kanal D’nin IMDb puanı 2.3 olan filmleri. Gece yarısı olunca cumba yatak, kabuslar, askerliğin bitmemesi, başka dertler, yine sabah. Kolektif’ten çıkan iki ciltlik bir araştırma vardı yazarların gündelik hayatlarına dair, K. kafadan girermiş o kitaba, yaratıcılığı fişekli insanlar gibi bir insan. Günün belli saatlerinde yalnızlık, çok geç veya çok erken uyanmaca, kafayı yormak için ayrıca bir zaman, güzel. Yazıya çiziye başlama serüveni de bildik iş, kadınları etkilemek için şiirler geliyor önce, K. bakıyor ki o yönde pek bir ilerleme kat edemeyecek, düzyazıya kırıyor çarkı. Öyküde büyük isimler var 1950’lerin başında, aralarına katılıyor K., durmadan yazmaya başlıyor. “Ben kendimi ülkenin en iyi hikâyecisi sayıyordum ve birçok şeyin benim hakkım olduğuna kesinlikle inanıyordum. Bunun için her türlü savaşa hazırdım.” (s. 202) Varlığı adamak herhalde, bu hırsı anlayamadığım için aşırılık gibi geliyor ama doğrusu budur belki, bu kadar iddialı olmak lazımdır. Olmasa ne gerçi, yine yazmayacak mıydı K., başka bir yerde mi olacaktı öykücülüğü, ikinci kitaptan sonra bırakacak mıydı misal, tutkunun ne işe yaradığını uzun süredir düşünüyorum da hırstan ayırınca direnç kalıyor elde. Sürmesine engel olacak her şeye karşı direnç. Bu yazıdan son bir şey, istediğimiz kadar Batılı, “kültürlü” falan olalım, alaturkanın genlerimizde olduğunu söylüyor K., alışıldık genellemelerine illa bir yerden varıyor yani. Yani ne zaman TSM’ye maruz kalsam cama çıkıp feryat ederek itfaiyeyi çağırasım gelir, bilemiyorum. Balıkçı da hiç sevmezmiş, Zeki Müren bir konserinde, Bodrum’dakilerden birinde herhalde, her yanı cennete çevirdiği için Balıkçı’ya şükran duyduğunu söylemiş ama Balıkçı’nın TSM’yi hiç sevmediğini öğrenince üzülmüş, kızmış da sanırım biraz, “Üstat doğar doğmaz annesinden şanson manson dinledi herhalde,” demiş.

İzmir’in sokakları var tabii yine, eski mahalleler, Salâh Birsel’in Karşıyaka’sı, Cengiz Tuncer’in televizyona ilk reklamı veren yayıncı olması, ilk edebî reklam. Neydi acaba, bir kitabın çıktığına dair duyuru falan olmalı. Melih Cevdet Anday’ın arkadaşlığı, gazetelerin edebiyatı adım adım kovması, gazetelerin Cağaloğlu’ndan kovulması, bir çağın sonu. Denemeler o eski dünyanın kokusunu taşıyan son örneklerden olsa gerek, K. bir dönemin son temsilcilerindendi.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!