Şiro Hamao – Alacakaranlık İtirafları

Japon polisiyesi, temellerden biri. Hamao iki büyük savaş arasında yazdığı öykülerinde yasal boşlukları itinayla değerlendiren karakterlerinin vicdanlarıyla boğuşmalarını pek iyi aktarır, anlarız ki katiller yakalanmazlar ama öldürdükleri kişinin ruhlarıyla debelenmemek için hayatlarını kendi elleriyle mahvedebilirler, ince ince planladıkları caniliği açığa çıkarabilirler. Soğukkanlılıkla işlenen cinayetler mi, vardır, sonrasındaki değişimin önü alınacak gibi değildir, ya trendeki yabancıya anlatılır, ya dosta, arkadaşa, yarene. Bu kanun boşluklarını Hamao iyi biliyor zira kendisi savcılık yapmış üç yıl, sonra kendi hukuk bürosunu açıp avukatlığa geçmiş, polisiye metinler yazmaya başlamış. Son öyküde kendisi var karakter olarak, matrak. Biyografisine bakıyorum, “edebiyat sayılmayacak” türde öyküler yazdığı için eleştirilmiş ama o dönemde çıkan süreli yayınlarda polisiyeye ağırlık veren çok, talep var demek ki, iki sayı çıkıp kapananı da vardır ama Hamao’nun öykülerine yer verenlerden biri üç yıl, diğeri otuz yıl boyunca kapanmamayı başarmış. Edebiyat namına savcılık da bırakılır şimdi, öyküler çok başarılı olmasa da Hamao’nun sosyal yaşamı şöyle genişçe göstermesi, işçi sınıfının halinden haberdar olduğunu kıpslaması iyidir. Savcılığı tam bıraktığını da söyleyemeyiz bu arada, öyküler suçlunun ifadesi gibidir. Olayın başlangıcı, gelişmesi, sonucu, ardından karakterlerin iyi halde bulunup bulunmadıkları, varsa mevzubahis boşlukların özenle kullanılması, bunlar kanun adamının soruşturma sürecini hikâyeleştirmesini andırır. Öykülere bakalım, ne cinai işler dönmüş görelim. “Alacakaranlık İtirafları”nda hastane odası karanlıktır, dışarının neşesi, baharın ışıkları falan odaya giremez, öyle kasvetli bir mekân. Yataktaki adam otuz yaşlarında, doktor da otuzlarında, iyi arkadaşlar. Yamamoto dinleyecek, Ōkawa anlatacak çünkü hikâye çürütür, bir yerlerden fışkırmak ister, sahibine işkence eder. Ünlü bir oyun yazarı bu Ōkawa, yirmi yedi yaşındayken ilk eserini yayımlamış, babaların elini aldıktan sonra ikinci üçüncü eser, iyice meşhur olmuş, otuz üç yaşına geldiğinde de çok güçlü bir ilacı lüpletip intihara kalkışmış ama kurtarmışlar, beş gündür hastanedeymiş. Yamamoto arkadaşını kurtarmış ama geçici bir durummuş o rahatlık, yazarın pek zamanı kalmamış. İtiraflar için ideal zaman. Arkasında intihar mektubu da bırakmamış Ōkawa, gazeteler hemen spekülasyonlara başlamışlar: altı ay önce yaşanan büyük trajedi mahvetmiş Ōkawa’yı, eşinin ölümünden sonra bir daha toparlanamamış, başka bir söylenti de Yonekura’yı işaret ediyormuş, edebiyat dünyasının parlayan yeni yıldızını kıskanan adam canına kıymaya kalkmış. Adamların gururlarını düşününce şu kısım aydınlanıyor resmen: “Ōkawa’nın adı elbette unutulmamıştı. Fakat son zamanlarda yazdığı oyunlar sadece yayınlanmaktan öteye geçemez olmuştu. Buna karşılık, Yonekura’nın eserleri, yayınlandıkça birbiri ardına ilgi odağı olmaya başlamıştı. Ancak Ōkawa için en acı verici olan şey, kendisini ilk olarak edebiyat dünyasına tanıtan usta bir edebiyatçının, Sanzō Yonekura’yı Ōkawa’dan daha iyi olarak etiketlemesi ve onun yeteneğine kefil olmasıydı.” (s. 13) İkisi arasındaki husumet yavaş yavaş çıkıyor ortaya, ayrı bir anlatı çizgisi. Daha ilk eserlerini yayımlamadan önce düşman kesilmişler birbirlerine, son derece inatçı ve asabi insanlar ama asıl mesele Yōko Sakai piyasaya çıkınca pörtlüyor. Ōkawa’nın ilk eseri patlayınca Sakai ilgi gösteriyor, yakınlaşıyorlar, Sakai aynı dönem Yonekura’yla da tanışınca iki adam arasında bir aşk mücadelesi. Zafer Ōkawa’nın, kadın sahnelere veda ediyor, çocuk doğuruyor, sonra çöküşe geçiyorlar yavaş yavaş. Ōkawa duvara çarpıyor, ses getiren metinler yazamamaya başlayınca hayatı kayıyor resmen, eşinin sadakatinden de emin olamayınca günler işkenceye dönüyor. Trajik olay son nokta, olduğu gibi alıntılanan gazete haberlerine bakınca manzara şöyle ki o günlerde hemen her gece bir soygun gerçekleşiyor Tokyo’da, durum kötü, geçinmek zor, insanlar çaresiz. Ōkawa’nın evine giren hırsızın biri Sakai’yi boğuyor, o sıra ateş edip öldürüyor hırsızı Ōkawa, korkunç bir lanet olduğunu düşündüğü evlilik böylece bitiyor ama Hisako kalıyor geride, Ōkawa’nın aklını kaçırmasına yol açan kızı. Sakai bir ara ortadan kayboluyordu, Ōkawa’ya göre gidip o zırtapozla görüşüyor, e çocuk da o zırtapozdan olabilir o zaman. Paranoya, öfke patlamaları, en sonunda cinayet ama suyun bulandığı kısım tam olarak burası, Ōkawa anlatmaya başlıyor da hikâyenin ne kadarı doğru, anlatmadığı neler var? Dediğine göre hırsızın Sakai’yi boğduğunu görmüş ama müdahale etmemiş, yapmayı düşündüğü şeyi hırsız yapmış böylece. Silahı sonra çekmiş, belki de önce çekip hırsızı vurmuş, sonra eşinin boğazını sıkmaya başlamıştır, kendinden başka kimse bilemez. Hikâye değişken, tabii kanıtlar da öyle ama 1930’ların dünyasında teknolojik aletler olmadığı için tutarlı bir hikâye kurtarıyor suçluları, Ōkawa da kafası çalışan bir adam olduğu için polisleri ikna ediyor, yırtıyor. Altı aylığına. İlginçtir, onun ölümünden sonra Yamamoto malum silahı alıyor, Hisako’yu da alıyor yanına, yakın arkadaşının kızı sonuçta. Söylenene göre Hisako silahla oynarken vuruvermiş doktoru, kafadan tek kurşun. İntihar etmiş de olabilir. Acaba babası mıydı Hisako’nun, bambaşka bir alavere mi var işin içinde, belli değil. Ucu açık öyküler bunlar, Hamao mutlak sonuçlara vararak bırakmıyor işi.

“Rüyada Cinayet” bir mağazada çalışan genç adamın sevgilisine göz koyan başka bir adamı katletmek için akılları zortlatan planını hayata geçirmesiyle ilgili. Süper tesadüf, adamımız ıstırap içinde dolanırken parkta genç bir hukukçunun arkadaşlarına bahsettiği açıklardan faydalanıyor. Meşru müdafaanın pozitif hukukla uyumudur, delilerin ceza almamalarıdır, adamımız hemen bir plan yapıyor ve mağazada çalışan diğer hırtın uyurgezerliğini kullanmak istiyor. Birlikte vurdulu kırdılı, ciğer bağırsak sökmeli filmlere gidiyorlar, şiddet hikâyeleri falan, adam sevdiği kadını mı öldürtecek yoksa başkasını mı, neler olacak, adeta bir heyecan şorlaması.

“Yoldaki Suçlu” ilginç bir öykü, anlatıcı trenle seyahat ederken adamın tekine takıyor kafayı. Adam durmadan anlatıcıya bakıyor, gözlerini kaçırdıktan sonra da bakıyor, her koşulda bakıyor. Birkaç gece önce de karşılaşmışlar, yine bakıyormuş, hatırlıyor anlatıcı. Hırpani biri, korkutucu da, anlatıcı muhatap olmak istemiyor ama adam geliyor, kendini tanıtmadan konuşmaya başlıyor. Anlatıcının yazdığı polisiye metinleri severmiş ama büyük bir yanlış varmış ortada, savcılığı bırakıp yazmaya başlayan insanda biraz utanma olurmuş zira suçluları teşvik ediyormuş yazdıklarıyla, ceza almamaları için taktikler varmış öykülerde, topluma karşı hiç mi sorumluluk hissetmiyormuş anlatıcı? Bir hukukçuymuş en başta, ne sahtekârlıkmış yazarlık için hukuku çiğnemek! Hayır, anlatıcıya göre yazdıklarının etkileyiciliğinden sorumlu değil, insan kendinden sorumlu. Öyle mi, hırpani en az bir kişinin etkilenip cinayet işlediğini söylüyor, kendisinin! Deli midir nedir, anlatıcı çekiniyor ama meraklanıyor da, doğru mu acaba? Birlikte iniyorlar, yürümeye başlıyorlar ve polisler ikisini de alıp götürüyor, hırpani bir cinayet işlemiş gerçekten! Ama saat tutmuyor, söylenen gün söylenen saatte orada değil adam, anlatıcı görmüş çünkü. Emin mi gördüğünden, evet, öyle ayrıntıları unutmazmış. Suç ortağı olabilir ama, şüpheli konumuna düşebilir ki hırpani de yırtmak için cinayeti anlatıcının işlediğini yapıştırıyor hemen. İçinden çıkılmaz bir duruma dönüşüyor her şey, düğüm üzerine düğüm, kimin doğru söylediği belli olmadığı için anlatıcı kolaylıkla cortlayabilir ama avukat, inandırıcılığı var. Diğeri öğretmen, onun da inandırıcılığı var. Görgü şahidi, şu bu, hiçbiri yok öyküde, olsa tansiyon bu kadar yükselmez zaten. Teknik ayrıntılara pek yer vermiyor Hamao, heyecan uyandırmakla yetiniyor. Öyküleri okunur diyeceğim, denk gelinirse. Ya da Japonya’nın yüz yıl önceki halini merak eden okusun.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!