Abdullah kardeşimiz yedisine girecek, okula başlamasına az kalmış. Anlatıyı okul öncesi ve sonrası diye ikiye ayırabiliriz kabaca, Abdullah’ın dünyası değişecek ama dertleri değişmeyecek. Yokluk, mahallenin çocuklarıyla hırgür, bir de abla var ki Abdullah’ın gönül çiçeği, duygu anteni, utanç yoğuşması ve sevgi çömbeklemesi. De o kadar mühim değil anlatı için, ağırlığı varsa da uzay-zamanı kendine bükmüyor, ortalarda olmayınca dert vermiyor, o halde kitabın adı niye? Daha kapsayıcı bir isim anlamı daha iyi taşırmış da böyle artık, olsun. Abdullah’ın yaşamına odaklıyız da hiçbir noktada Abdullah’ın dünyayı anlamlandırma biçimine tamamen sahip değiliz, bazı şeyleri anlayıp anlamadığını görüyoruz ama pek uzaktan bir gözüz, çocuğun anasıyla babasının konuşmalarından yetişkinlerin dünyası doluyor metne, Abdullah’ın o dünyaya giremediğini görüyoruz. Dahil olmaya çalışıyor bazen, boyundan büyük laflar ettiği zaman da metnin dışına taşıyor bu kez, iki anlatı dünyası itiyor birbirini. Bu bir çapak. İkinci çapak tam anlamıyla bir sorun olmayabilir ama düşündürüyor. Sendikal hareketlerin ayyuka çıktığı bir zamanda geçiyor olaylar, 1970’li yıllar diyelim. Köyden kente, Ankara’ya gelmiş bir aile, baba kapıcılık yapıyor, anne de yardımcı oluyor eşine, Abdullah siparişleri getirip götürüyor. Apartman sakinleriyle içli dışlı değiller, sıcak bir ilişki kurulmuyor hiç. İzole bir yaşam, arkadaş yok, sendikacı Mahir ara sıra gelip babayla rakı içiyor ve yöneticinin cart curtuna nasıl mukabele edeceğini anlatıyor babaya. Şunu diyeceğim, “ana” var, “lan”, var, konuşmalar bunların dışında dümdüz. O küçük dünyanın dürtüsel, kodlanmış basitliğini her diyalogda bulabiliyoruz, bu çok iyi, mesela Abdullah bir halt yediği veya hiçbir şey yapmadığı zaman anası, “Döverim seni eşek sıpası!” diye parlayıveriyor bir anda, çok gerçekçi de dilin yerelleşmesini biraz olsun bekleyemem mi diye düşünüyorum. Ben de kodlanmışım gerçi, Kapıcılar Kralı‘ndaki Seyit ve oğlu İbo gibi karakterlerle özdeşleştiriyorum Yılmaz’ın karakterlerini de geldiklerin yerin ağız özelliklerini biraz olsun yansıtsalarmış metne daha bir çekilirmişim gibi hissettim. Zamanında tartışması dönmüş bunun, Fethi Naci’nin özellikle üzerinde durduğu bir konu. Salâh Birsel’i sık sık eleştiriyor bu yüzden, kullandığı ilginç sözcüklerle Türkçenin çivisini çıkardığını söylüyor. Neyse, bunun dışında kapıcı ailesinin yaşamı bütün ayrıntılarıyla kurulmuş, evdeki işlerden işsiz kalma korkusuna, apartmanın gündelik hareketliliğinden diğer kapıcı aileleriyle ilişkilere kadar her şey var, kurguya yedirilmiş pek başarılı bir izah.
Abdullah erken veya geç olgunlaşmamıştır, nadiren söylediği büyük büyük sözlerini görmezden gelirsek tam yaşının çocuğudur ve ablaya âşıktır, çöpleri almaya hep kendisinin geleceğini daha en başta söyler söylemez tutulduğunu anlarız. Ablanın annesi burnu büyüklük taslar hemen, kapı arkasından kendisine “Çingene çocuğu” dendiğini duyar Abdullah. Bu tür bir çocuğun niteliklerini öğrenmek için etrafındakilere bir süre ıstırap olur, başka bir kapıcının çocuğuna Çingene olduğunu söylediği zaman çocuk güler, Abdullah ne tepki vereceğini bilemeyip çocuğu dövmeye başlar mesela, bu yanlış anlama ve anlamamanın yol açtığı trajikomik olaylar bir süre devam eder. Abla’nın okula gittiğini öğrenir Abdullah, bu okul işini de öğrenmeye çalışır, aynı döngü. Abdullah’a metnin başındaki kadar başka hiçbir noktada o denli yaklaşmayız, çocuk dünyasında taşların yerine oturmasının zorluğunu görürken tepkilerini, düşüncelerini öğreniriz, çocuğumuzun idrakinden yola çıkan bir anlatı değilse de temeli burada atılır, diğer karakterleri bu anlam arayışında tanırız. Hüsmen ve Dilek mahallenin çocukları, ikisi de okula gittikleri için Abdullah biraz kıskanıyor, kendisi okuma yazma bile bilmiyor çünkü. Aklına gelen en uygun çözüm kendi babasıyla Abla’nın evlenmesi, annesine bunun bahsini edince annenin cevabı: “‘Aptal! Baban benimle evli! Hem onun gibi hanımefendiler babana bakar mı?’” (s. 11) Sınıf farkı en baştan belli de göz önüne ilk çıkışı bu herhalde, annenin İstanbul Türkçesi de başta söylediklerime örnek. Günler geçer, Abdullah o uyuz adamı görür, Abla’sıyla birlikte yukarı çıkan adam. Abdullah merdivenin başına oturur, ayakkabılarını giymeden bacak bacak üstüne atar ki Abla’nın sevgisini geri çevirdiğini belli etsin. Abla’yla adam hiç umursamazlar, Abla, “Bizim kapıcının oğlu,” der, geçerler. Abdullah ağlayarak eve kaçar. Anlık üzüntüler anlık sevinçlerle ortadan kalkar, tam tersi de geçerlidir bunun, çocuk için her ihtimal hâlâ mümkündür. Bazı şeyler mümkün değildir, mesela Abla’ya yanmaya devam eder ama hayatı genişler genişlemez başka dertler çıkacaktır ortaya, Abla yaşamın ve metnin merkezi olmaktan çıkacaktır. Ne olur, Abdullah’ın annesiyle babası çocuk aldırmaktan bahsederler, Abdullah hemen kendince bir çare düşünüp aldırmamalarını söyler. Mahalledeki kız çocuklarla erkek çocuklar arasında kavga çıkar, komşular Abdullah’la ailesinin başına ekşirler ve babayı işten çıkaracaklarını söylerler. Mahir eve daha sık gelip gitmeye başlar bu tehlikeden sonra, babayı sendikaya girmesi için razı etmeye çalışır. Anneye göre para vermezler, bir işe yarayacak gibi değildir sendika da baba örgütlü mücadelenin gücünü anlar gibi olmuştur, aklına yatar açıkçası. Son bir toplantı yapılır, babanın kalemi kırılmaz ama iş güvenceleri tamamen ortadan kalkar, her an sokağa atılabilecekleri söylenmiştir. Yöneticiden habersiz sendikaya girer baba, kurtuluş yollarını aramaya başlar. Bir ara köyüne gidip gelir, işleri anneyle Abdullah yürütürken okulu aksatır Abdullah. Akıllıdır, arayı hemen kapayıp sınıf birincisi bile olur bir ara. Gerçi bu okul kısmı ayrı bir bölümü hak ediyor.
Simit, ailesinin yaptığı iş, yuvaya giden çocukların el üstünde tutulması, her şey Abdullah’ın aleyhine. Okulun ilk günü yakalığı boğazını keser, diğer çocuklar her teneffüs simit yerken Abdullah uzaktan izler, sınıftakilerin şımarıklıkları yüzünden okula gelmek istemez. Annesine okula gitmek istemediğini söyleyince kadın patlar, gerekirse aç kalıp Abdullah’ı okutacağını, bu yüzden köye dönmediklerini söyler ve Abdullah’a okumaktan başka çare bırakmaz. Mahir de anneyle aynı kanıdadır, emekçilerin çocuklarının okuyup sınıf bilincine sahip olmalarını ister aynı zamanda, geleceğin devrimcileri böyle yetişir. De küçücük çocuk onca yüklü olduğunu fark etmez, basit bir yaşamdır onun istediği, Abla’yı görmese de âşık olduğu kızla yan yana otursun, mahalledeki kendinden büyük arkadaşlarıyla okulda karşılaşmasın, bu. Başlarda zordur, herkesin beslenme çantası varken onun naylon torbayla gitmesi onuruna dokunur, kızlara simit ısmarlayamadığı için dertlenir, sonra arkadaşlarından biri onun fakir olduğunu söyler de eve doğru bir koşu tutturur, Abla’yla karşılaşınca dertlerini bir süreliğine unutur. Bu ani geçişler de tam çocukçadır, Yılmaz’ın başarısı, küçük bir incelik çocuğu havalara uçurur, söylenen tek bir şey bütün dünyayı cehenneme çevirir, Abdullah çocuk gibi çocuktur. Yaşamın ne olduğunu az çok anladığı zaman Abla hayatından çıkıp gidecektir ki böyle olur zaten, Zezé’nin kurbağası, sonra babası yerine koyduğu Maurice Chevalier erginlenmesinin ardından vedalaşıp çıkarlar Zezé’nin yaşamından. Abla da gider, “o adı batasıca” düğün gelip çattığında Abdullah bir yalan uydurup bütün gün ortadan kaybolmak ister ama tutamaz kendini, olan biteni izlemek ister. Abla’yla o gün yanındaki adam çok şıklar, arabaları pek süslü. Çocukluğuyla vedalaşır Abdullah, yaşamının yeni evresini gözyaşlarıyla kucaklar, hikâye biter.
Yılmaz’ın yazdığı en iyi metinlerden biri değil, yine de o metinlerdeki duyarlılığa, söyleyiş güzelliğine sahip. Okunur, çapaklarıyla beğenilir.
Cevap yaz