Siegfried Lenz – Saygı Duruşu

Anma töreni başından sonuna delik deşik edilerek boşluklara Stella’yla anlatıcının, anlatıcıyla ailesinin, Stella’yla dünyanın ve anlatıcıyla aşkın hikâyeleri doldurulmuştur. Tamamen de doldurulmamıştır o boşluklar, öğretmeni Stella’nın yaşamına bakabildiğince, kadının gülüşüne bile yerleşmiş hüznü anlayabildiğince kurmaya çalışır hayatları anlatıcı, ötesi kendisine hüzündür. Stella Petersen beş yıl boyunca Lessing Lisesi’nde İngilizce öğretirken sevgisini esirgememiş, öğrencilerine dokunmayı başarabilmiştir, anlatıcı bu sayede sınıftaki en parlak öğrencilerden biri haline gelirken, eh, öğretmenine de tutulur ama statü farkından ötürü ne yapacağını bilemez. Tören sırasında bilmektedir artık, doğrudan Stella’ya hitap ettiği bölümlerle muhatapsız -aslında muhatap belli, kıyasla muhatapsız diyorum- anlatımı iç içe geçer. Anlatı zamanında her şey belirgindir, yaşanıp bitenler bir daha elde edilemeyecek bir yakınlığın yasına evrilir: “İki bardak bira içmiştim, Stella’nın da bira içmesi şaşırtmıştı beni. Yaşıt olduğumuzu düşünüyordum bazen, bir okul arkadaşımdın sanki, bizi sevindiren şeyler seni de sevindiriyordu, gruptan bir arkadaşımız hünerli elleriyle kâğıttan şapkalar yapıp çevremizdeki içi doldurulmuş deniz kuşlarına taktığında, nasıl da eğlenmiştin bizimle beraber.” (s. 13) Kuru tahkiye yerine hikâyeye özgün bir anlatı yapısı oluşturmuştur Lenz, anıların ortaya çıkardığı yoğun duygularla birlikte Stella’ya anlatılır ne anlatılacaksa, Stella’nın fotoğrafına daha doğrusu. Öğrenciler sıralanmış, müdür konuşuyor, ardından Georg Bisanz konuşuyor çünkü müdürün isteğini geri çevirmiş anlatıcı, konuşma yapacak durumda değil. İki öğrenciye Oxford’dan burs kazandırmış Stella, iyi öğretmen, iyi meslektaş, iyi insan. Müdür başını çevirip fotoğrafa bakıyor, o sırada Bay Kruger hıçkırıyor, yüzünü elleriyle kapamış. Stella’yla birlikte yürürlerdi eve dönerlerken, aynı yol üzerinde oturuyorlardı, ertesi güne kol kola yürüyerek giderlerdi. Son imajla ertenin ilk imajı arasındaki boşluğu nasıl doldurduğumuzu hatırlıyor muyuz, yirmi küsur yıl önce âşık olduk diyelim, haberleşme imkanı kısıtlı, o arada neler oluyor? Gözümde canlandırırdım: otobüse binerdi, Acıbadem’e gelince inerdi, marketten bir iki şey, oradan az aşağıya yürüyüp koca apartmanlardan birine. Anneannesi bir alt katta otururdu, hani bilgi kırıntılarını da yutardım adeta, doğrudan soramazdım da söylediklerinden çıkardığım ne varsa, yemek vakti hep birlikte sofraya otururlar, sonra odasına geçer, müzik dinler, bir şey okur okursa, CNBC-e’de o gece hangi film varsa izler, ertesi gün okula geldiğinde konuşuruz belki. Bunların hiçbiri olmaz, altı arkadaş Bağdat Caddesi’ne ineriz, o dolmuşa biner, Hasanpaşa’da iner, yokuşu çıkıp inerken Nautilus’a gelmeden sağdaki sokaklardan birine girer, koca apartmanlara. Geçen ay toplandığımız zaman başka bir masaya geçtik, yirmi dakika konuştuk, günün sonunda ne yaptığını merak etmedim. Kendi kendime güldüm, içimde bir yer kıyılmadı da, ne bileyim, aşktı yani, artık yoktu. Bay Kugler’ın hıçkırığına gülenler hatırlattı bunları, tutkuyu, acıyı, her neyse onu içeride bir yerde tutmalı demeye de dilim varmıyor ama bedeli ödemeli. Anlatıcı ödüyor en çok, adı Christian. Babasıyla birlikte dalgakıranda çalıştıkları sırada uzaklardan el sallayan kadını Frederik görüyor, babanın tuttuğu işçi. Christian’la birlikte sigara içerlerken uzaklarda bir yeri gösteriyor, Stella’yı başta öğrenci sanıyor, oysa kadın göründüğünden daha büyük. O kadar da büyük değil. Yüzerek tekneye geliyor, babayla tanışıyor, yanaşan teknelerdeki balıklara ve Frederik’in vinçle dalgakıranın dibine bıraktığı koca taşlara bakıyor. “Sen Stella, heybetli taşlardan gözünü ayırmıyordun, ne zamandan beri denizin dibinde durduklarını, onları nasıl bulduğumuzu, nasıl çıkardığımız soruyor, bazılarını taşlaşarak ölümsüzleşen yaratıklara benzetiyordun.” (s. 18) Christian’ın büyüyle dolu dünyasındaki dil bu, benzer meraklar, aynı incelik. Fazlasını bilmek istiyor Christian, çağrıldığı otelde telefonun ahizesini eline alan, ansızın ahizeyi bırakan, düşünceli tavırlarla oturan, kitap okumaya çalışan, huzursuzluğa kapılan kadının dünyasında ne var, bilmediği neler oluyor, öğrenebilir mi? Yöredeki şenlikler sırasında yelken yarışlarının tehlikeleriyle burun buruna gelirler, Georg kaza sonucu ağırlığın altında kalıp dibe gömülürken Stella’yla birlikte kurtarma operasyonuna başlar Christian, çocuk denizden çıkarılır, heyecan dinmez. Sonrası küçük adımlardır, büyük adım Georg’un kurtarılmasıdır. Vura döke öğrenir çocuk, önce Stella’yı öğretmen konumuna döndürecek sözler söylememeyi öğrenir, sonra elini omzuna atar, elini yumuşak hareketlerle sırtında gezdirir, Stella beklemediği bir şey hissetmiş ya da fark etmiş gibi şaşkınlıkla bakar Christian’a, başını omzuna yaslar. Aynı kaygı onda da var, evden merak edip etmeyeceklerini sorar çocuğa, sonrası: “Gülümsedi, gereksiz yere kaygılandığını düşünmüştü büyük olasılıkla, hatta yaşımı hatırlatarak beni incittiğini de düşünmüş olabilirdi, yanağıma hızlı bir öpücük kondurdu ve sigara ikram etti.” (s. 33) İkisi de sıcaklığı eşler, aynı frekansta titreşir, eh, otel odasında mutluluğa uyurlar, uyanırlar. “Beklenmedik biçimde başlayan ve doğası gereği zamana ihtiyacı ola bir şeyin sona ermesini istememek”, Christian’ın düşünüp de eşelemediği. Her şey olduğu gibi olacak, ötesini berisini çekiştirmek sihri bozar.

Bay Kugler’la Stella’yı mayolarıyla kumsalda görmüş Gernot, Christian’ın arkadaşı, törende fısıldayarak anlatıyor, birlikte güneşlenip kitap okuyorlarmış, hani aynı yastığı paylaşmış olmaları gerçekdışı geliyor ama Stella’nın bilinmeyen dünyasını düşününce mümkün. Dört çocuğu varmış Kugler’ın, Christian bir gün lokantada görmüş, dördüne de köfte ve elma suyu ısmarlamış adam, boya kalemleriyle kâğıt getirtmiş. Bir kez de ambarda karşılaşmışlar, babasıyla konuşuyormuş Kugler, bakışlarındaki soğukluk ve ölçülülük Christian’ı kaygılandırmış. Fotoğraftaki yüz sabit, hiçbir şey söylemeyecek, artık dolmayacak gediklerin en büyüğü. Hataları da anımsatıyor, o geceden sonra okulda konuşmak isteyen anlatıcıyı görmezden geliyor Stella, avludaki banka düşünceli bir tavırla oturuyor. Bu düşünceli tavrı olmasa kolaylıkla çözülebilir, ışık yılı uzaklık ama. Yarışma sırasında tekrar ortaya çıkıyor bu, eşitlik üzerinden bu kez. Stella yüzme yarışmasına katıldığı zaman kendinden küçük birinin kazanmasına izin veriyor, Christian nedenini sorduğu zaman koşulların eşit olmadığını söyleyip gülümsüyor, aralarındaki yakınlığı hemen uçurumlarla dolduruyor. Çocuğun emin olamama hali bu, Stella yetişkinlerle ne nitelikte ilişki kuruyor, o dünyada olup bitenlerin dinamiğiyle aralarındaki hassas ilişkininki birbirini tutmuyor, havada asılı kaldığını düşünüyor Christian. Kökensizliğin, sevgisizliğin izlerini ara hikâyelerde bulup esasa katabiliriz sanıyorum, İkinci Dünya Savaşı sırasında Stella’nın babasının uçağı Leeds yakınlarında düşürülüyor, baba bir toplama kampına götürülüp çiftliklerde çalıştırılıyor, Wilson nam adamın çiftliğinde umduğunun çok ötesinde bir yakınlık görünce ülkesinin durumunu defalarca düşünüp içinde bir şeylerin kırıldığını hissediyor. Stella’yla arasındaki mesafenin gerekçesi, makul. Christian’ın şahit olduğu üzere kızıyla arasına duvar örmüş adam, başka bir dünyada yaşıyor sanki, Stella’nın sıcaklığı arayışı anlaşılır. Kugler, sonradan ortaya çıkan Colin adlı genç -Stella aralarındaki samimiyeti anlatıyor ama anlattığının ötesi var mı, muhtemelen var, Stella göründüğünden çok daha fazlası- ve diğerleri, anlatıcı için karanlık noktalarla dolu bir sevgili. Hayatını kaybetmesi aslında bunca yüksek tansiyona yaraşır ölçüde beklenmedik, saçma. Tekneyle açılıp denizde dolanır Stella, hızla bindiren fırtınada geri dönmeye çalışır ama kaza geçirir, başı yarılır, hemen hastaneye. Okulda dersler yedek öğretmenle işlenirken herkes sessizdir, çıkışlarda doğruca hastaneye koşulur, ne ki Stella çok dayanamaz. Kaybetmeyi öğrenir Christian, ömründe ilk kez çok sevdiği birini yitirmiştir, yıkılır, bu yüzden törende konuşmak istemez. Herkes anlayış gösterir, bu herkesin anlayış göstermesinde de rahatsız edici bir şey var, dipteki akıntı belli belirsiz hissediliyor.

İyi hikâye, iyi anlatım.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!