“Ayvansaray’da Bir Temmuz Sabahı” tam kurmacaların daha bir kurmaca, anı-öykülerin daha bir öyle olduğu metinlerden ilkidir, ilk grupta yer alan ilktir ayrıca. İlk paragrafta Ayvansaray’ın Haliç semti olduğundan bahsedilir, orada herkes komşu ya da akrabadır, ekmek bölüşülür, duygular paylaşılır. Mahallelinin yakın olduğunu bunca anlatmak lazım mı bilmem. “Hızlı bir değişimin başladığı” 1960 yılında yaşanan bir olay anlatılacak da bu hızlı değişimin imledikleri öyküde yok, bahis hikâyedeki olaydansa değişim yavaş, tırnak içi de taca çıktı. Hasan’ın evinde sessiz bir kalabalık toplanmış, kadınlar, herkes pusu kurmuş da bekliyor. Çetin’i yıkayacaklar, bu bıçkın evlat mahallelinin belası. Yamuk yapanın camlarını kırıyor, yapmayanın sinirini bozuyor, tam bir facia. Hasan oğlu olsun diye eşi Huriye’nin Madam Elvira’yla kilise kilise mum yakmasına müsaade etmiş, Huriye üçer beşer yakmış olacak ki Çetin doğmuş ama ne doğma, annesini mahvedecekmiş az daha. Adı manidar, tüm mahallelinin canına tak ettirmek kolay olmasa gerek. Bu evladımız bir keresinde bisiklete binerken düşüp kafayı kırmış, düştüğü gibi kalkıp eczaneye gitmiş, eczacı doktora götürmüş, sonra o kafayla okula gitmiş Çetin ve öğretmenine bir süre okula gelmeyeceğini söylemiş. Okulda bayram, mahallede bayram da çocuk yine teke gibi kokmaya başlamış iyileşince, hiçbir kuvvet Çetin’e banyo yaptıramazmış. Yaptırmışlar, kıstırıp zorla yıkamışlar çocuğu o gün, sonra elinde taşlarla bir kadının evinin önünde belirmiş Çetin. Camı çerçeveyi tam indirecekken kadının akrabası Şule çıkmış sokağa, Çetin’i merak etmiş o sıra. Çetin donup kalmış, kızarmış, taşlarını bırakıp bir koşu tutturmuş ki soluğu denizde almıştır muhtemelen. O günden sonra babasıyla her hafta hamama gitmiş, aşkın ne olduğunu öğrenince kendine gelmiş bir. İyidir de öykünün sonu nedir, yine bir manzara: “Haliç’ten geçen yandan çarklı vapurun sesi duyuluyor, kahve kokusu dolduruyor bahçeyi.” (s. 11) Bu kolay, ağırlık tasvirde olmayınca iki bent yükseltiyoruz uçlardan, arada biriken hikâye oluyor da yapı o kadar bayat ki ucube restorasyonlar kadar rahatsızlık veriyor.
“Bir Cenaze Arabasında Heybeliada” tipik öykülerden, Aktunç’un ada sevgisi ve geçmişe dair düşkünlüğü temel. Önce bir genel inşa, Ada’nın güzelliği onlarca yıl önceki İstanbul’un sokaklarını taşımasından geliyor, ayrıca sonbahar o kadar canlı ki Ada’da mutlaka kalmalı, en az bir gece. Ada esnafı ajans gibidir, son havadisler onlardan sorulur, kimin ölüp kimin kaldığını kaydederler. Sonra ani bir dönüş, anlatıcının belirlenmesi, hikâyenin başka yola girmesi: “Bu tür konuları düşünüp yorumlar yapa yapa yürürken taş kesildim bir anda.” (s. 12) Eski bir cenaze arabası öylece duruyor, dünyanın ötesine giden sayısız insan o arabada yattığından ne dolu bir tarih imgesidir o. Ada’da ölülerin neyle taşındığını merak ediyor anlatıcı, sonra 1944’te ölen Hüseyin Rahmi’nin tabutunun da belki o arabayla taşındığını düşünüyor. Hayal canlanıyor, Hüseyin Rahmi akşam vakitleri iskeleye inip denizi izliyor, kahve içiyor belki, eldivenleri göz alıyor. Yanında bir sürü Rum, Türk, Ermeni var, birlikte yaşıyorlar. Lefter’in evini taşlayanları ihbar etmemesinde bu ruhun etkisi var sanıyorum, o kenetlenme kötülükleri bir ölçüde görmezden gelmeyi sağlamış sanki. Anlatıcı hayallerini tüketince oturuyor, bir çay içecek.
“Bir Exeter Penceresinde Akşam” nostaljinin belirginleştiği öykülerden. Betty’nin evinde kalan anlatıcı dil öğrenirken pansiyondaki genç insanlarla tanışır, Betty’nin suratsız kızlarının aksine ev sahibesinin mutluluğundan pay almaya çalışır. Nesil çatışması girer devreye, gençler hayatlarından memnun değillerken Betty şehrinin bombalandığını görmüş, ölümden kıl payı kurtulmuştur, gözlerini baktığı ölümün etkisiyle olgunlaşıp iyi bir usta gibi bütün sevgisini ve bilgisini paylaşmaya karar vermiştir nihayet. İsviçreli Peter, İtalyan kız Marina, Japon, kırk iki milletten insan vardır orada ve anlatıcıyla arkadaştır çoğu, hepsi belki, anlatıcı da en az Betty kadar sevgi dolu. Mektuplar kesilince çok üzülüyor bu yüzden, Betty o gün geldiği zaman öleceğini, mektup beklememesi gerekeceğini söylemiş anlatıcı oradan ayrılmadan, gözünde yaşlarla. “Betty bazen gelecek kuşaklar için duyduğu acıdan söz eder. Hiç umut yok mu, diye sorduğumda, belki başka bir gezegende ve tanımadığımız bir yaşam biçiminde, diye cevap verir. Buna içtenlikle inanıyor, fikirlerini değiştirecek vakti kalmadığını söylüyor. Onun gibi olumlu bir kişi, korkusuz, hayatı seven bir kadın, gelecek dendiğinde nasıl da ürkek, endişe içinde.” (s. 18) Şehrin, insanların değişimi Betty’nin bütün umutlarını yok etmiştir, özellikle hemen önünde patlayan bombayla hiçliğe karışan tanıdığını son kez gördüğü zaman. Açığa kolay kolay çıkmayan umut nadirdir, herkesle paylaşılmaz, bu yüzden iki denk ruhun karşılaşması hoş bir tesadüftür. Güzel anılardan ibarettir artık, karşılaşmanın sonucu hüznün hatırlanışıdır.
“Emanetçi Stella” memleketimden insan manzaraları için iyi bir örnektir, İstanbul’un her yerinden insanlar geçer Aktunç’un öykülerinden. Stella 1959’da işlettiği rehinciye gelen adama âşık olur. Ansızın oluvermiştir bu, 1929 Bitlis doğumlu İrfan bavulunu bırakmaya gelince. Trakya’da birkaç şehri dolaşacağını söyler İrfan, yola çıkmadan önce Stella’nınkiyle kendi kalbini değiş tokuş eder. Zaman geçer, Stella bekler, bir süre sonra ortaya çıkan İrfan’la biraz daha sohbet eder. Bavul yerinden kıpırdamaz uzun süre, ziyaretler sıklaşır, Stella bir zamanlar Anadolu’ya silah kaçıran annesini anlatır, İrfan bavulun içinde ne olduğunu anlatmaz. Ortadan kaybolduktan sonra cevizler atmıştır bavula Stella, bir gün sevdiğinin geri dönüp bavulunu alacağını düşünür. Son iyi öykülerden biridir bu, diyaloglardan ibaret olanlar sıradandır, birkaç vasat öyküyü de atlattıktan sonra “Mektubumla Tünel’den”e geliriz, Aktunç’un anılarından mürekkep öykülere. 31 Temmuz 2009, günümüze yaklaşıyoruz. O gün anlatıcı Tomris Uyar olmaya karar verir, Uyar’ın kıyafetlerinden davranışlarına kadar taklide başlar. Beyaz açık pabuçlar, saçlar kızıla bakmıyorsa da kıvırcık, kaset doldurma anıları tamam, sokaktaki insanlarla ilgili komik, tuhaf hikâyeler uydurmak da var, Çiçek Pasajı’nda içilen beyaz şarapla teskin edilen kafa. “Gençleri hiç sorma, çok sevdiğin o gençler -pek bir şey okudukları yok ama- yazmayı seviyorlar, iki-üç şiir, bir-iki sayfa öykü yazıp özenle dosyalıyor, bir de noterden adlarına tasdik ettirip önüne koyuyorlar tanıdıkları bir yazarın. Öyle rahatlar ki.” (s. 57) Bom! Reşat Nuri Güntekin’le tanışmanın heyecanı anlatıcının heyecanı oluyor sonra, en iyi arkadaşlardan birinin anılarını da yüklenmeli. Reşat Nuri birkaç yazar sormuş, birkaç öykü, kızın saygıda kusur etmeden konuştuğunu görünce kulağına eğilip bir şeyler yazmasını söylemiş, bir şeyler yazsın ki okunsun, okuyanlar bu anıyı bilirlerse Reşat Nuri’ye teşekkür etsinler böyle has bir yazarı edebiyata kazandırdığı için. Sonra, Ara Kafe var bir yerde, Uyar görmemiş orayı, anlatmak lazım ona. Tünel Meydanı pek değişmemiş, birlikte zaman geçirdikleri yerlerden geriye kalan bir iki işte, başka da yok. Gençler de eskisi gibi değil, hiçbir şeyi ciddiye almıyorlar, Uyar umudu kesmemiş midir hâlâ? O kameraman mıydı, gençten bir adam, Uyar’ın öğrencisi de sonraları arkadaşı, ziyarete geldiğinde Turgut Uyar’ın yaptığı yemekleri yerken sohbet ediyorlar da ikisinin doyumu yok. Sonra ölüyor adam, Tomris Uyar’da açılan gedik öyküye dönüşüyor, o da başka tür bir anı dirimi. “Ölmek İçin Güzel Bir Gün” yazarlar geçidi, Feriköy’deki bir mezarlıkta eski dostun anılması. Salâh Birsel bir öyküde karşımıza çıkıyor, adını mezar taşından başka bir yerde görmesek de.
Aktunç her düzeyden bir öykü sunuyor adeta, kötülerin yanında parlayanlar var, iyilerin yanında sönükler, karışık.
Cevap yaz