Cumhuriyet almıyordum da nerede rastlıyordum, Baki Asiltürk’ün odasında görüp okuduğumu hatırlıyorum bu kıvılcımları, Küçükyalı’daki Migros’ta denk gelirsem okuyordum, sağda solda bir yerlerde. Altun’un romanlarını eski eşim önermişti, ilişkinin genelini düşününce en faydalı önerisi olabilir. Neyse, Bernhard’ı da Altun’un romanlarından öğrenip neyi nereden öğrendiğimi unutmamak için bu yazıları yazmaya karar verdikten sonra kaç halkanın uç uca eklenip malum zinciri -yaşamı- terkip etmeye yeteceğini düşündüm, sonra düşündüklerimi hepten unuttum -böyle söyleyince istenç tınlıyor, öylesi de olası- çünkü ne yaparsam yapayım şeyler kayboluyordu, zaten bir günün benliğini başka bir gün bulamıyor, izini nasıl arayacağımı dahi kestiremiyordum. Bundan sonraki bütün değiniler aksini belirtmezsem kıvılcımlardan gelecek: Kant beyninin erimemesi için roman okumadığını söylemiş, kurmaca kafayı çorbaya mı çeviriyor bilmem ama taşınan onca yaşamın kaybolduğunu fark etmek hüzünlüdür, olağan akışta yavaş yavaş yitecek öz de gider peşinden, yok oluş hızlanır sanki. Berkan hayvan gibi uzun romanları okumaktan keyif aldığını söylemişti, ne kadarsa, söz gelişi bir iki ay boyunca o insanlarla yaşamak eşsizmiş. Dirençli olduğunu düşünüyorum, karakterlerin kaybolmasını bilişsel kompresle engelliyor, zihnini sıka sıka kurguyu bir yere tıkıştırıyordur. Bu açıdan imreniyorum Berkan’a, benim beceremediğim bir şey, okuduğu bittikten sonra da bırakmıyor. Okuduklarını tekrar okuyor mudur, soracağım, Altun yeni bir şey okumayı tekrar okumaya tercih ediyormuş mesela. Aklın yolu çok da bazen kesiştiğimizi görünce memnun oldum, namını hak eden tam bibliyofil Altun’la kesişebilmek. Unutmayı buraya yakın bir yere bağlayacaktım, Altun denk geldiklerini hemen kaydediyor, diye düşünüyorum, kıvılcım parlıyor da yitmiyor böyle. Çeşit çeşit üstelik, 1970’lerde babasının valiliği döneminde üç yazını Hakkari’de geçirmiş Altun, gazetelerin üç gün geç geldiği şehri kuşatan dağların altında neler okuduğundan bahsetsin istedim, sadece durup dinlenmeden okuduğundan bahsediyor. Kitaplardan başka hiçbir şey yok, öylesi okumak anca dinmeyen bir can sıkıntısının çocukken bellendiğiyle ömre yayılmasından mamurdur, diye, başkaca sebep bilemiyorum. Keşif kendisinden, kendiliğiyledir, sonra Samsun’daki lise öğretmeni dünyayı genişletir, çark bir kez dönmeye başladıktan sonra durmaz, çok iyi biliyorum. Altun geçmişinden kırıntılar sunuyor, kitaplarla kurduğu ilişkinin temelleri ara sıra görünüyor, asıl meseleler, nasıl demeli, kitaplarla ilgili her şey. Kurgu, kurgu-dışı, her çeşit. Yeniler, eskiler. Aforizmalar, denemeler. Yazarlar, yazamayanlar. Adı sıklıkla geçenlerden bazıları: Mahir Öztaş, k. İskender, Orhan Pamuk, Erje Ayden. Sonuncusuyla İngilizce fakslaşıyorlar, ilişkileri ilginç ki Ayden başlı başına ilginçlik abidesi, bildiklerimizin dışında Altun’dan alıyoruz haberleri. Bu kıvılcımlar 2000’lerin ortalarına dek uzanıyor, beş cildin ilkinde dönemin sanat olayları dolduruyor çoğu bölümü. Altun ilk üç kitabı tekrar bastırmak istememiş, meraklısının sahaflara marş marş yürümesini istemiş de son baktığımda fişekti fiyatları, raflarda rastladığımı da hiç hatırlamıyorum, haliyle iyi oldu tekrar basımlar.
Muhtelif, çok konu, tam şenlik. Fırtınaya mı çevirsem onca şeyi, konu konu ayırıp sakince anlatsam mı, ilki daha eğlenceli: Altun her sabah şiir okuyor, diğer türlerle çakıştırınca şiir birinci. Haddimi bilmeyip kendimi de katayım bazı, ben uyumadan önce okuyorum, dalarken şiiri düşünmüyorum çünkü uçuyor. Selahattin Batu’nun metinlerine rastlayınca kaçırmıyor Altun, gezi yazılarını özellikle. Avrupa’yı anlattığı bir kitabını okumuştum ben de Batu’nun, objektifliği hayranlık vericiydi, kıyasları yerinde. Kitaplar satın alınıyor, Sahaf Turkuvaz’dan bir şeyler, yurt dışından getirilenler derken takip etmesi zorlaşıyor onca kitabı, Altun anlatırken ne keyif almıştır. Bürokrasiyle imtihanı trajikomik, gümrükten geçmeyen kitaplar mı yok, PTT’de çalışanların iş bilmemesinden kafalar mı yenmiyor, acayip. Dört bin kitap okuduktan sonra yazmış ilk romanını Altun, yazarlardan aynı performansı bekliyor çünkü yazdıkları kadar okumayanlar vasatlıkla doldurmuşlar rafları, kötü. Röportajlar, şekil fotoğraflar iyi de metin dandik olunca şeklin şaklabanlığa dönüşmesi işten değil. Atölyeler söz konusu olacak mı diye bekledim, henüz değil, diğer kitaplarda rastlayacağımı umuyorum. Altun’un en sevdiği şair, söylemeye gerek yok ama Oktay Rifat, en gözde öykü yazarı Isaac Bashevis Singer, tabii şair değişmiş midir bilmem ama öykücü değişmiştir belki, düzyazı yazarı yerinden daha kolay edilebilir diye düşünüyorum. Memet Fuat’a, Güven Turan’a, Enis Batur’a saygılar. Batur kitaplığında iyisinden doksan kitabın bulunmasının yeteceğini söyleyince yapıştırmış Altun, kendi kitaplarını koysa yetermiş! Ödüllere dair sallamalar yerinde ama Martin Amis’in söylediği de öyle değil mi, Kingsley Amis ödül alana kadar hiçbir ödülü kıymetli bulmamış. Şundan, eş dost kontenjanından verilmeyen ödüllerin bir kıymeti, eh, vardır muhtemelen, doğrudan eseri temel alan jüri ne mübarek jüridir! Kimse ödüle gönül indirmemeli, kurumsallaşmamalıdır, böylece yazarlığını, devrimciliğini sürdürebilir. Kim diyordu, yazarın en önemli görevi, yapacağı tek devrim sanatını yetkinleştirmek, daha iyiye ulaşmak. Daha iyiden kasıt hem gölgede, kendisi için yazan yazarın kendini aşma çabası iyilik bir, bence. Öyle bir ödül olsa ya, kendini en iyi aşan yazar ödülü! Bir önceki metinle kıyaslanan metne ödül verilse! Onca kitabı okumayan jüri iki katını hiç okumaz. Kendi metinlerine pek kıymet veriyor Altun, sesi değişiyor resmen konu oraya gelince, tatlı bir kibir renginde kıvılcım. Altı dolu olduğu için yakışıyor, itmiyor, romanları da çok başarılı olduğu için sonuna kadar hak edilmiş bir üstünlük. Kitaplarını okuyacağını söyleyenleri sözlüye çekmekle korkuturmuş, matrak. Ortalama okura çengeli takamayacağı için gerçekten de sözlüye çekmiş midir insanları Altun, hani neyle karşılaşacaklarını söylemeden, onları uyarmadan insanları sınamak, biraz haksızlık sanki. Kendisi de uzun uzun anlatıyor zaten, okumakla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir toplumda üst perdeden söylemek şarkıyı, yapıtı arşın niteliğine çıkarmak ne, neye? Gizlediği, sakladığı bilgiler, çözülmesini istediği bulmacalar varsa, eleştirmenlerin bunları ortaya çıkarmamasından şikayet ediyorsa gerçeği de biliyor aslında Altun, kimsenin bulmaca çözecek zamanı yok. Zamanı olanın da niyeti yok, hap metinler revaçta, toplumsal arızaları bangır bangır duyurup çok yormasın, eni boyu ölçüp biçmesin, sesi umursamasın, asgari metin işte, yeter.
Sergiler, ressamlar, şairler, şiirler, alıntılar, şöyle uzaktan bakınca Bernhard’ın sarmal anlatısına varmıyor mu hepsi, aynı biçimlerden geçiyor, aynı yerlere uğruyor ama irtifa değişmiş, konu başka. Nasıl yazılacağına, yazılmayacağına dair meşhur sanatçılardan tavsiyeler, kimlerin yatarak yazdığı, kimlerin ayakta yazdığı, tuhaf huylarıyla tanınanlar, sıkıcılıklarıyla bilinenler, derya deniz bilgi. Capote’nin bombalarını sevdim ben, Philip Roth’tan bilmem kime gömmediği kişi yok. Bizde de Fethi Naci işte, özlediğini söylüyor Altun, kirpi metinler lazım. Eleştirinin yokluğu sıkıcı mevzu artık, çoksatarların yazarlarını yazardan saymıyor, dünya çapında milyonlarca satılan metinlere höreleniyor, Altun usul usul giydiriyor bizim “görünür” yazarlara. Eskiden metnin okunmasını beklermiş de ilk eleştirilerden, yazılardan sonra tanıtıma geçermiş yazarlar, şimdi kitap basılmadan önce söyleşiler, röportajlar hazır, şekil fotoğraflar metnin önüne geçiyor.
Alıntıyla bitireyim, saygılarımı sunayım. “Bir amigo şiddetiyle benimsediğim gözde şairim, Amerikalı Louise Glück’tür. Issız bir adada 11 ince kitabıyla yalnız başıma kalmaya razıyım. Amazon nam dev internetsel kitabevindeki başyapıtlarına, tezahürat kıvamında görüşler nakşettim. Onun derhal Nobel kazanması gerektiğini vurguladım.” (s. 54)
Cevap yaz