“Penceredeki Işık”: İçeriye gelene kadar dışarısı geniş geniş verilsin ki o sıkıntı hikâyeye de sinsin, adamın neden öyle ve kadının neden böyle davrandıklarına dair bilginin zerresi yoksa da tamam, ikisini, dışla içi ularız, ortaya ucube de çıksa yeriz, ikna oluruz, kabul ederiz. Gibi bir ön kabulle başlarsak öyküyü nasıl silkeceğiz de süsünü püsünü döküp aslının küçüklüğünü ortaya çıkaracağız, asık yüzlü bir okur olmayalım ama öykü görgümüzü artırmayacak kurgulara lafımızı da söyleyelim. Banu beğenmediği metinleri söz konusu etmediğini söylüyor bir röportajında, esas söz konusu edilmesi gerekenler onlar, sonra “hep eyne eykelere ekeyerez” diye ağlıyor insanlar. Ne diyeyim, geçenlerde üfürükten bir hadiseye konu olan torna ürünü öyküleri “yepyeni bir ses” diye övdüklerini gördüm, bir an çok sinirlendim ama hemen geçti çünkü bana ne, ayrıca kimse bir şey okumuyorsa her şey yeni gelebilir, doğal. En okuyanı dahil kimse bir şey okumuyor, az biraz okuyan da torna öyküleri okuyor, daracık bir alanda eşelenip duruyor. Aman, bana ne yani. Diyorum da sağlamından bir Sokal lazım, birden fazlası lazım hatta, “öykünün matematiği” diyeni yermeli, “yoğunluk sanatı” diyeni lal etmeli, “azaltma çabası” diyeni kışlamalı, sınırları kesinlemek için kavram aşıranı falan ne yapmalı bilmem, ben Şengil’e dergiciliği sayesinde öykümüze kazandırdıkları için teşekkür edip öykülerini bir iyi silkeleyeceğim. Dışarısı işte, yağmur yağıyor, serpinti camlara vuruyor, tül perde sallanıyor, saçaklardan sular damlıyor, okur “yağmur bir dinse de camdaki adamın yalnızlığı hafiflese” diye yalvaracak hale gelesiye bir dert. Uzaklarda kalmış bir sevdiği var adamın, yüzünü hatırlayamıyor, içeride eşi kendi dünyasında. Zil sesiyle dalgınlığından kurtuluyor adam, kapıyı açınca dul komşusuyla karşılaşıyor. Aile dostu denebilir, birlikte çok zaman geçirmişler, canı sıkıldığı için gelmiş yine kadın. Gençken güzelliğine güvenip boşamış kocasını ama aradığını bulamamış, yaşlanınca algınlığı yitmiş, teselliyi muhabbette buluyor. Biz bulamıyoruz, sıradanlıktan can çekişiyor diyaloglar, hemen yemek faslına geçiliyor neyse ki. İçiliyor bir güzel, ortam ısınıyor, mutlular. Adam kadına eşlik edecek, birlikte çıkıyorlar, yerler çamur. Kadın birikintiden atlayıp adama sarılınca daha bir ısınıyor ortam, adam kasılıyor, kadın bekliyor, adam uzaklardaki ışığı görüyor, evinin ışığını. Uyanıyor yine, kadında bir kırıklık inceden, bitti. Adam mutsuz bir şekilde evine dönüyor, öykünün en iyi kısmı. İkisinin dışarı çıktığı andan öncesini kesip at, hiçbir şey ekleme, taş gibi öykü. Onda dokuzu doldurmaca, öykü anlayışından ötürü sanıyorum. Tumturaklı olacak, yani bir betimleme paralanacak zaten de karakterlerin hayatlarına sıkışmışlıklarını dağa taşa duyurmadan olmaz, şöyleli böyleli anlatmadan olmaz o öykü öyle.
“Güzel Bir Oyun”: Karaköy’den binmişler, füniküler. Adam paso göstermiş, kız jeton atmış, pasoyu yaşlılık göstergesi olarak belleyebiliriz. Öykünün zamansallığı: mesela su istasyonlarından bahsedilen, su istasyonlarındaki süreci su istasyonunu vermeden anlatan bir metni okuyoruz, bu istasyonun ne olduğuna dair hiçbir fikrimiz yoksa mevzuyu çözmeye çalışacağız, eskiden herkesin on beş dakikalığına pompacı olduğunu şaşkınlıkla öğreneceğiz. Bizim şerefsiz Erkan kıçını kaldırmadığı için su basma işini ben yapıyordum en azından, başka yerleri bilemem. Bostancı İDO’nun az ilerisinde bir su istasyonu vardı ben küçükken, tey oraya yürürdük, sonra 63’te su istasyonu açıldı da kurtulduk yürümekten, Erkan’a katlanmak yürümekten daha zahmetsizdi. Öyküdeki kadınla adama katlanmak zahmetli, o kadar temiz ve benzer düşünce akışları var ki beyinlerinin aynı çiplerle donandığı kesin. İç monolog falan atalım alayını, tamam oysa. Adam yaşlı, kadın genç, birbirlerini dikizliyorlar, bir ihtimalin etrafında dolanıyorlar, sonra yollar ayrılıyor, geride yaşanmamış bir gerçeklik kalıyor. Şengil’in föşkürtmekten keyif aldığı benzetmelere bir örnek: “Yaygın olmayan, yuvarlak dik göğüsleri, ölüdeniz dalgaları arasında kalmış küçük bir kayık güçsüzlüğünde inip kalkıyor.” Tom Robbins dışında kimse böyle şeyler yapmamalı ya, vallahi polis çağırasım geliyor.
“Geçit”: Aklımızdan geçiveren facia sahnelerinden biri. Yola adımımızı attık, arabanın teki gelip donk diye vursa, havada iki tam onda üç takla atıp yere düşsek, kazayı görenler koşup başımızda toplansalar, ailemize hemen haber uçurulsa da üzüntüden kafayı yese çoluk çocuk, hastanede son nefesimizi verip yeni beden için bekleme odasına alınsak, hiçbir şey hatırlamama pahasına yeniden yaşayacağımıza dair sözleşmeyi imzalayıp ışığa yürüsek başka bir yerde, sonra bunların hepsinden kurtulup yola adımımızı atsak ve araba filan gelmese, işimize gücümüze gidip bir araba tarafından çarpılmanın hayallerini kursak. Eh, kitaptaki en öykü bu, nihayeti ölüme dayandığı için tuttum. Ha, “Yabancı” da var en öykü, anlatıcı gazete okurken denk geldiği habere kafa yorar, tren altında parçalanan “yabancı”nın hislerini anlamaya çalışırken geçmişe gider, kendi yabanlığından kurtulamadığı zamanlarda dolanır. Kaldığı evin sahibi Hatça teyze, kasaba yaşamı, küçük insanlar, her şey yaşamından uzaklaştırır anlatıcıyı, memuriyet zaten başlı başına bir yabancılaşma sebebiyken çevrenin katılığı iyice boğar anlatıcıyı, raylarda yürümekle huzur bulmaya zorlar. Geçmişe gidip yabanlığı tekrar yaşamayı çıkaralım, yabancıya dönüşen anlatıcıyı biraz muğlak kılalım, tamam.
Askerlik öyküleri var sırada, “Pencere” askerî hastanede istirahat eden anlatıcının birkaç gününe odaklanıyor. Adamımız kitabının etrafını kitaplarıyla doldurur, okumayı seven doktor mevzuya hemen el atar ve anlatıcıyı tek kişilik bir odaya yerleştirir. Fenadır bu, önceki odada pencere hoş bir kadına ve sokağa açılmaktadır, yeni odanın manzarasıysa para etmez. Savaş zamanı, kimsenin rapor alamadığı dönemde iyi yatmaktadır adam, taburcu olmak istediğini söylediğinde doktor kızar bu yüzden, adamı uygun gördüğü tarihte taburcu edeceğini söyler. Pek beklemez adam, çıkınca kadını arar, bulamaz. Bu. “Öykünün Sonu” aptalca bir şakanın yol açtığı sıkıntıyla ilgili. Askerler Karacabey’in köylerinde konaklıyorlar, subaylar ev tutmuş, diğerleri çadırlarda. Yine savaş zamanı, her an saldırı olabilir, tetikte olmayan kimse yok. Kıskacın sıkıntısı yüzünden belki, devrelerinden birine ekmek tayınını iki katına çıkarabileceğini söylüyor anlatıcı, ahmaklığını bir adım ileri götürerek devresinden dilekçe alıyor, artık sadece beklemeleri gerektiğini söylüyor ama haftalar, aylar geçiyor, hiçbir şey yok, devre de bir şey sormuyor, sıkıntı büyüyor. Tanrı hemen omuz veriyor tabii, devreyi başka bir yere naklediyor, iki katına çıkacak tayın dört katına çıkıyor böylece, öykü de sonlanıyor. Şu da var, öyküde geçen bir hikâyenin aynısını Refik Halid Karay da geçiriyor yazılarında, çok bilinen bir fıkrayı öyküye yerleştirmek neden, bilmem. Askerin birine komutanı sormuş, namlunun ucundaki delikli yerin adı? Askerin dili dönmüyor, “Alemfotamişoki” gibi bir şey diyor, aslı “alev örten honi”. Komutan sözcüğün Türkçesinin öğretilmesini isteyip uzaklaşıyor. Süper.
Şengil’in büyük ihtimal kendi yaşamından devşirdiği öyküler matrak, çıkardığı dergileri bir türlü ciltlettiremeyişinin öyküsü, iki milletvekilinin ortaklığıyla çıkarılan derginin vergisini vurgusunu ödemeye çalışırken denetçiye rüşvet vermek zorunda kalmanın öyküsü, muhtelif. Kasabanın delisinin sakallarını kestirme çabasının anlatıldığı öykü hoş bir de, sürekli yanında gezdirdiği keçisinin sakalından çok daha uzun bir sakalı olan sofu adam kafayı kırmış biraz, kasabalının attığı laflara dayanamayıp sakalıyla münakaşaya girmesi ilginç.
İyi öyküler yok bu kitapta, çok kötü öyküler de yok, vasat diyelim. Okunur.
Cevap yaz