Tanpınar’dan girdik, hoppadak Kafka’ya geçtik, gemiye atlayıp Londra’ya gittik, oradan dünyanın bilmem neresinde bir başka mevzu, sonra memlekete döndük, Birsel bir uzaya gitmiyor. Gidiyor gerçi, mil pardon, Mars’ta bir medeniyet yaratıyor ve ele aldığı konuya Mars’ı da buluyor küttedek, çüppedek, dumbadak. İşkenceler var ilk denemede: “Ve Huuuurrya İşkencelere”. Tanpınar’ın “Acıbademdeki Köşk” öyküsünde Sani Bey’in kurduğu yıkanma makinesi terletiyor insanı, çarkları çevirmek için koşup bir kolu döndürmek, diğer duvara koşup sarkaca dokunmak, su gelirken kafayı bir yandan suya sokup diğer yandan ayak serçe parmağıyla bir kapağı açık tutmak lazım gelmektedir, tam böyle değilse de buna benzer bir sistemdir odadaki ve işkence bu değilse nedir, “Ceza Sömürgesi”ndeki makine kadar değildir de öfkeden öldürür insanı. Köşkün tamamı. Escher’e parmak lüpletecek merdivenlerden inmeye kalkınca kendini üst katta bulur insan, bir kapıdan girdiğinde aynı odanın beri tarafından çıkar, pencereden baktığında nereyi görür kim bilir, bu aslında Jackson’ın Tepedeki Ev‘idir, King’in Jackson’dan aldığı elle yazdığı “Rose Red”dir, algıların cortladığıdır. Giz yoluna saptık, İngiltere’de Karın Deşen Jack’in elinden zar zor kurtulduk, Fransa’ya geçip Landru’ya yakalandık. Paris dolaylarındaki Gambais köyünde kadınları evine götürüp öldürür Landru, kasaplığa girişir deyip bırakayım, tuttuğu günlük sayesinde yakalandığından alayım. Polisler kanıt ararken günlüğü bulmuş, öldürülen kadınlara dair detaylı bilgiye ulaşmışlardır, ayrıca katilin Paris’e giderken tek, Paris’ten dönerken iki bilet aldığı da bu kayıtlarda vardır. Da duruşma boyunca Landru’ya gelen mektupların haddini hesabını tutmaya çalışanların çilesi nedir? Adamın evindeki kiremitleri söküp götürmüşler, tuğlaları çıkarmışlar, evlenmek için mektuplar yazmışlar, hayranlığın patolojik halleri. Çok ses getirmiş bu duruşma, Fransa adamın boynunu giyotine sürmemiş de gizlice kaçırıvermiş Arjantin’e. Kanıtlar azmış, kamunun tepkisi aşırıymış, öldürdük demişler de salıvermişler adamı, yıllar sonra Arjantin’e giden bir cambazhane palyaçosuna yakalanmış Landru. Zıp, Marcel Petiot, İkinci Dünya Savaşı yılları, Paris. Para verirler ki Petiot ülkeden kaçırsın insanları, oysa tuzağa düşürür, avının yüz derisini yüzer. Daha büyük isimlere çark, Korkunç İvan gençliğinde süper iyi bir insanmış da yakasından tutup iyiliğe çekiştiren eşi öldüğünde salıvermiş öfkesini, prenslere ve papazlara ıstırap olmuş. Ayılara parçalatma, ateşe verme, türlü türlü iş. Neron’un varisleri çok, Vlad’ın teknikleri biraz daha ileri de yazmaya elim gitmez, başka yere gider. Engizisyon, Hitler, sonu gelmez bir dehşet galerisi sunuyor Birsel, Hitler’in kıyımlarına odaklanıyor da tek adamlıktan öncesini de anlatıyor, Onbaşı Hitler generallerin selamını almaya başlamadan yıllar önce politik oyunlarla milleti birbirine kırdırmış. Marslılar bu denemenin sonunda, onların kendilerine özgü yöntemleri var da kökleri insanlara uzanıyor. Şunu da eklemeli, Birsel’in denemelerine koyduğu isimler anlatılanların bütününü kapsamıyor, konuyla ilintili ilintisiz bilgiler illa bir yerden pörtlüyor. “Türkiye Nasıl Kalkınır?”a bakıyorum, Avrupa’yı gezen münevver ve muharrirlerimizin yapıp ettikleri ekseninde bir deneme gibi olacak da olmayacak, kalkınma hamlelerimiz mevzu bahisse Ahmet Midhat’ın İsveç sandviçleriyle tanışmasının bu meseleye ulanmasını anlamlandırmasak da olur çünkü öyle buyurdu Birsel, sadece anlatmak istedi ve dinledik, neden, daldan dalanın uzandığı farklı farklı gökler vardır, seyri güzeldir. Ahmet Midhat gitmiş, ondan iki yıl sonra Ahmet İhsan Tokgöz gitmiş de Tokgöz sandviçlere falan bakmamış hiç, diğerinin merakı onda hiç yokmuş denebilir. Ahmet Midhat elçilerden sonra Avrupa’yı gezen ilk Türklerden biri, Stockholm ve Oslo bir Ahmet Midhat görmüş, başka pek çok şehir de görmüş ki hiçbiri yazarın yolunun üzerinde değil ama gezinti sınır dinlememiş. Ahmet İhsan gittiği oteldeki ilk Türk’müş, otelci kadın yıllardır imza atılan deftere ilk kez bir Türk’ün imza attığını söylemiş. Nedir, kadını yörüngesine çeken Ahmet İhsan kadınlara pek de yüz vermemiştir, Ahmet Midhat da vermemiştir çünkü Türk’e yakışmazmış bu, kadın avcılığı için gitmemiş oralara. Bireysel farklar: Midhat gittiği her şehirde önce operalara koşarken İhsan otellerde horul horul uyurmuş, Midhat sigara bağımlılığı yüzünden trenlerin “şurbu duhana cevazı olan” kompartımanlarda seyahat ederken İhsan ağzına koymadığı sigaraları hatta koca koca puroları sigara içilmeyen kompartımanlarda fosur fosur içen adamlar görmüş de şaşmış. Midhat şehir gezilerine sabahtan çıkarmış, haritayı açıp gideceği yerleri kararlaştırırmış, yayan gezermiş de Paris’te gitmediği yer bırakmamış. Teodor Kasap’ın denk geldiği olay hoş, Doğu Dilleri Okulu’nda okutulan bazı eserler Ahmet Midhat’ın Fransızcaya çevrilen eserleriymiş, Paris’te Bir Türk‘ü okutan öğretmene göre yazar Paris’i enine boyuna iyice gezmiş de yazmış o eseri. Oysa o yıllarda henüz yurt dışına çıkmamış Midhat, Paris’i kitaplardan öğrenmiş. Kalkınmaya gelemedik henüz, Midhat’ın Eyfel Kulesi’nin tepesine çıkamamasıyla gelelim. Fransız İhtilâli’nin yüzüncü yılı, kule dikilmiş, bir solukta çıkana madalya veriliyor. Midhat yarı yolda pes edince erketede bekleyen bir adam atılmış, madalya satmayı teklif etmiş de kendine yakıştıramamış Midhat, almamış. İhsan’sa tangır tangır çıkmış ama o da madalya alamamış çünkü verilmiyormuş artık, geç kalmış İhsan. Buradan nasıl bağlanırız kalkınmaya, iki yazarın da Jön Türklerle karşılaşmamalarından. Delirmelik, Avrupa’da başıboş dolanan yazarların ilginç yaşantılarından Osmanlı’ya, meclislere yol olur. Sapmalar sık, Tzara’yla Lenin’in oynadığı satrançta bir taş, Prens Sabahattin, devrimlerden devrimlere insanlar, olaylar, önünü alamıyoruz.
“Fantoma Geliyor” polisiyeyle alakalı müstesna bir deneme de polisiyeyi zerre sevmediğim için geçiyorum, türün meraklıları için bir hazine şüphesiz. İki şey diyeyim, Birsel’e göre hukuk devleti anlayışı gibi işçilerin yaşamlarına saygı gösterilen tek yer polis romanları ve bütün polisiye edebiyatı Poe’ya düşülmüş dipnotlar. “Eldorado”yla bitireyim, geri kalan denemeleri okur neylerse. Avrupa’daki savaşlardan Amerika’ya uzanacağız. Almanlar, Fransızlar, İngilizler, malum. Her biri Doğu’nun barbarlığıyla savaştığını söyler, hikmettir ki savaşılacak bir Doğu daima bulunur. Žižek’in mevzuyla ilgili bir yorumu vardı, aşağı yukarı: Balkanlar bir Doğu üreticisi olarak dünya şampiyonudur. Batıdakiler Vlad’ı üfürme hikâyelerle şeytanlaştırarak sorunu yaydılar, sonrası toz duman. Geçtik, ünlü kâşiflerin seferleriyle ulaşılan yeni topraklar da Doğu. Altınlar cukkalandı, insanlar katledildi, bunlar Tanrı ve kral için yapıldı. Yerliler ilk karşılaşmadan sonra uygar adamların kıyıcılığı konusunda kademe kademe aydıkları için tuhaf önlemler alınıyor, örneğin fetih için dörtnala gelen adamlara öksürük nöbetine kapıldığı mesajını yolluyor reislerden biri, böylece ordunun vazgeçip döneceğini düşünüyor. Aynı amaç doğrultusunda hediyeler yolluyor, tık yok. En sonunda basıyorlar mekanı, öksürük möksürük dinlemeden katlediyorlar kim varsa. Bu “El Dorado” tartıya girmez altınlarla süslü insanların görülmesiyle ortaya çıkıyor, denen o ki keşif seferleri sırasında tamamen altından ibaret bir yerleşim yeri bulunmuş, yerliler bol buldukları altını suya katıp üzerlerine boca etmişler, bunu gören İspanyolların aklı gitmiş ve yerleşimin çok daha büyüğüne dair fasaryaları yaymışlar. Sonra ölümsüzlük fışkiyesi, yiyenini on mızrak boyu zıplatan mucize meyveler, yıldızlarla konuşturan olağanüstü bitkiler, bilmem ne. Bu ölümleri durdurmaya çalışan Avrupalılar olmuş, hatta konuyla ilgili büyük bir tartışma da düzenlenmiş ama öbür tarafta altın var, karşısına ne konsa dank diye iner aşağı, teraziyi kırar.
Birsel işte, denemeler. Mis.
Cevap yaz