Oho, söz ekskavatörü Salâh Beg’in tiyatro eleştirileri, tanıtımları da bir yerden denemeye varmış meğer, aslında Birsel’in her metni kendiliğinden denemeye tekerlenirmiş. Yazdığı tek öykü hariç, Beyoğlu’nda görüp âşık olduğu kadının peşinde gezinen bir Salâh Birsel’i anlatan Salâh Birsel mevzunun gerisini getirmemiş, aslında birkaç bölümlük tefrika olacakmış metin de olamamış. O dönemler malum, üç beş kişinin masaya koyduğu paralarla birkaç sayı çıkar, masaya koyacak para kalmayınca birkaç sayı daha çıkar ve bir süre sonra yeni masa, yeni para ve yeni dergi, tamamdır. Hangi dergi için alındığı unutulan borç ödenir, belki bir şeyler satılır, Edip Cansever’in bir halısı, kilimi vardır mesela, birine miras kalan bir tarla, ev, ne varsa üçe beşe okutulur da kâğıt alınır, maaşın artıkları üç senede iki sayıya dönüşebilir, hasılı bu dergi meselesi para tuzağıdır ama daha iyi bir hamhumluk da yoktur. “Göksu Kırlangıçları”nda uzun uzun anlatıyor Birsel, basbayağı anı. 1940’ta İstanbul Hukuk’tan Ankara Hukuk’a geçmeye çalıştıkça batıyor, İş Bankası’nda maaşlı iş dışında çıkış yok. İstanbul’daki edebiyat çevrelerine girmek için radikal bir dönüş, Yeni Edebiyat akımı gündemdeyken ortaya balıklama atlıyor Birsel, Ankara’da bir Necati Cumalı varmış bildiği, oysa İstanbul kaynıyor. Bir salvoymuş İstanbul bahsi, önce Ankara: Ahmet Muhip Dıranas geliyor ara sıra, Sabahattin Kudret Aksal ve Fahir Onger oralarda, Rüştü Onur gelince birkaç gün onunla temaşa. Garipçiler ortalıkta dolanıyorlar ama Birsel onların Ankara’da yaşadıklarını bile bilmiyormuş, kendi çevreleri varmış da çıkmazlarmış dışarı. Başkent bu kadar, bir hareket var ama akış yok, istikamet İstanbul. 1940’ın ortaları belki, Beyoğlu’nun bütün edebiyat kahveleri, meyhaneleri tamam, teftiş süresince konaklama için Büyükparmakkapı’da bir pansiyon da hazır, tozuntular başlasın. Samim Kocagöz, Sait Faik, Salâh Birsel, Sabahattin Kudret ve Cavit Yamaç hemen her akşam buluşuyorlar, takıldıkları yerler yazarın başka metinlerinde uzun uzun anlatıldığı için değinmiyorum. Yeni insanlar, yeni dergiler arka arkaya geliyor, Birsel devraldığı Yeni Ses‘in onuncu sayısını çıkarıyor, Melih Cevdet’ten Abidin Dino’ya pek çok ismin eseri şıkır şıkır parlıyor, sonra Hilmi Ziya Ülken’in dergisini yönetmeye başlıyor Birsel, Behçet Necati’nin ilk şiirini bastıktan sonra Necatigil’e de yer veriyor, o dönüşümün şahidi. Ne olur, Hilmi Ziya’nın kulağına bir fiske atarlar, dergisinde komünist şairlere yer verdiğini söylerler, hoca ürkünce dergiyi çıkarmamaya karar verir. “Biz bu satırları yüreğimize 100.000 neşter vurarak yazıyoruz.” (s. 10) Bir müddet sonra Yenilikler çıkar, Oktay Akbal ve Behçet Necatigil her ay on lirayı atarlar da Fahir Onger, Arif Erim ve İlhan İleri de geri kalmazlar. 1000 dergiden 350’si İstanbul’da satılır, 300 tane Ankara’da, gerisi Anadolu’ya gider ama gidenin parası geri gelmez, tayfa bir kültür hizmeti gibi görür bunu, beşer onar dağıttıkları dergilerin parasını istedikleri olmamıştır. Gönül eğlenir, zaman geçer, Türk Dili macerası başlayınca Birsel derginin kapılarını yeni yazarlarla şairlere açar, 1960’tan itibaren o semalarda görülen büyük sanatçıların adını buraya almak zahmet. Özel sayılar çıkarır Birsel, her yıl bir konsept belirleyip dergiye tutuşturur. Matrak: Denemelerinde atı eşkin, dörtnala, tırıs götüren yazarımız meğer dergideki yazılarında ne ciddidir öyle, alkışı taklası yoktur, takım elbise giydirir sözcüklerine. İlginçtir, Fethi Naci’nin kıyasıya eleştirdiği üslubu yüzünden uyarılmıştır belki, üslupçuluğu yüzünden dergi söz konusu olmasın diye otosansür uygulamış olabilir. “Demek isterim ki, bu yolda tıngır elek, tıngır saç kaldım. Ama vara varası edebiyata kulluk ettim.” (s. 17)
Anılarını da deneme beller Birsel, çocukluğunda tutulduğu kadınlardan Beyoğlu’nda fink atan tazelere giden yolda kaç sevdayı anlatır bilmem. İzmir’dekilerin havası ayrıdır, İstanbul’dakilerin tantanası ayrıdır, imbattan lodosa dönen rüzgârın şiddeti değişiverir de anlamayız. “Çiftetelli”de ceketin düğmeleri iliklenir, günlük yazarları geçecektir şöyle bir. Gide günlüğünü yirmi yaşında tutmaya başlamıştır, Julien Green elli yıl boyunca kalem oynatmıştır, Woolf ve Mansfield kurmacayı günlükte dinlendirirler, Gombrowicz ve Frisch nedir öyle, şu günlük de olmasa Beg neyi hunharca övecektir acaba. Denemeye de çark, Montaigne. Uzunca, tek bir alıntıyla bahsi kapıyorum: “Bugüne değin, bir sürü deneme döktürdük. Yergi yergiledik, sergi sergiledik. Yaman kışlardan, kara kışlardan, acı soğuklardan açtık. İnsanlara hamhum çakarak, zum yaparak, ay ve ey çekerek yaklaştık. Alayın gizlisini ve açığını, kırpık saçlısını vızzık vızzım terlettik. Sözcükleri sözcüklerle tokuşturduk. Duvarlara çivi çakıp son deyişlerimizi de oraya asmaya çalışırken, okurlarımızın gözünü biraz da Montaigne’in ateşli sazları kullanma sanatıyla boyayalım dedik.” (s. 31) Diğer yanda güncelin takibi de tastamam, Sevim Burak’ın kıymetini 1965’te bilmiş Birsel. 1953’te Naim Tirali’nin çıkardığı bir dergi, dördüncü sayı, Burak’ın öyküsü henüz o şenliğe kavuşmamış ama dikkat çekmiş belli ki. Aradan on yıl geçtikten sonra başka bir dergide başka öyküler, şaşkınlık. “Yanık Saraylar adını taşıyan kitap yayımlandığı vakit büyük yankılar olacağını düşünmüş, eleştirmenlerin sütunlar dolusu övgü döşemelerini beklemiştim. Ama bu boşuna bir bekleyişti. Feyyaz Kayacan’ın, Orhan Duru’nun kitapları çıktığı vakit de eleştirmenler hemen hemen aynı susku ve sessizliği sürdürmüşlerdi.” (s. 44) 1965’ten bakınca son otuz yılda öykümüzün başına gelen en iyi şeylerden biridir “Ah Ya’Rab Yehova”, anlatıcının dünyasıyla dış dünyanın çakışması, havaya uçmasıdır. Merak konusudur, acaba Burak’ın öykülerini değerlendirebilecek bir eleştirmen çıkacak mıdır yakın zamanda, çıkmaz. Tartışma çıkar onun yerine, Sevim Burak’ın acayip büyük ödüllerden birini alamaması, Leylâ Erbil’in de aynı akıbete uğraması ve Memet Fuat’ın isyanı konuşulacaktır ilerleyen yıllarda, Fuat jürileri dolduran tarihî eserlerden şikayet eder de basar istifayı, ödüllere yanaşmaz artık. Bizde ödüller malum, öyle metinlere veriliyor ki ödülü almamak bir nitelik göstergesi. Tarık Dursun K. var mesela, ödülleri tek başına kurtarıyor denebilir. Yolunun Birsel’le pek erken kesişmesi ne hoş, kendine alan açabilmiş böylece. “Tarık Dursun’da hoşuma giden bir yan da onun son yıllarda piyasayı kaplayan ‘Kara Davut romancılığı’na yüz vermeyişi ve romanda şiir yapıyorum adına, paçasını romantizme kaptırmayışıdır.” (s. 56)
“Gül, Zil ve Halk”la bitireyim, Boğaz civarında yaşayan ve yaşayabileceği halde yaşamamayı tercih eden sanatçılara kancayı takan Refik Halid Karay’ın fişteklediği mesele Birsel’in de ilgisini çekmiş belli ki. İşte, Rıza Tevfik bir zamanlar Bebek’te yaşamıştır, Üstad Ekrem’in İstinye’deki yalısı metruktur, küçücüktür, Halid Ziya’ya göre bu viranelik yaşamın dümdüz yolundan azıcık sapmayla bir kaşaneye dönebilirmiş ama Ekrem bildiğini yaşamış. Halid Ziya memleketinden gelir gelmez Sarıyer’de bir yer tutmuş, döneminin sanatçılarını ağırlamış. En büyük hayranı her perşembe oradaymış, hatta o da Sarıyer’den ev tutmuş ama kendi evinden çok Halid Ziya’nın evindeymiş. Mehmet Rauf elbet. Bu taraflara gelelim, Ahmet Midhat var en yukarıda. Orhan Veli de Beykoz’da doğmuş ama Beykoz denince akla Ahmet Midhat geliyor tabii. Aşağılara inerken Mizancı Murat’la karşılaşıyoruz, Kandilli taraflarında Nahid Sırrı’nın kafayı eğip hızlı hızlı yürüdüğünü görebiliriz, etrafına bakmazmış pek. Hüseyin Rahmi de bakmazmış, Refik Halid anlatıyordu. Karşıya zıplayıp noktayı koyacağım, Tomris ve Turgut Uyar’ın Sarıyer taraflarında evleri varmış, ne güzel.
Vayda bre okuyup hoppadak bitirdik, bu da böyle bir Salâh Beg metniydi.
Cevap yaz