Anam babam Salâh Birsel’imden denemeler, anlatıbilimin palazlanmadığı zamanlardan okurluğa dair uş hacım dersler, bir de Sait Faik’le Abidin Dino’nun 1940 Kuşağı nardengi var sonda ki Birsel de büyük pay çıkarır kendine buradan, neslinin poetikasını yazdığını ve resmini çizdiğini söyler. Hangi nesli, “Kitabevi Sanki Mezar”ın yazarınınki değil, Gece Mavisi‘nde belirttiğine göre şiirleri aynı dergilerde yer alsa da Garipçiler ayrı, Birsel ve arkadaşları ayrı. Aksal, Cumalı, Külebi, henüz “Necatigil” olamamış Necati ve diğerleri birlikte hareket ederler, tayfa markiz yolundadır. Rıfat Ilgaz, Mehmed Kemal olsun, karşıdan Özdemir Asaf baksın, bir araya gelip şiirin namlı neferlerini gömsünler de kodeslere girsin bazıları, Birsel bunları da anlatmıştır, kahvelerle ve Boğaziçi’yle ilgili kitaplarında hikâyenin geri kalanı bulunabilir. Okur ve eser arasındaki münasebetten sonra esas denemelere geleceğim, yani 1941’deki bir yazıda mevzuyla ilgili neredeyse akademik bir içerik bulmak şaşırtıcı. Sanatçı, yapıt ve alıcı arasındaki bağı kurcalayan Birsel’e göre alıcı aynı zamanda sanatçının tamamlayıcısıdır, yapıttan başka sanatçıya da bakar, bütün verileri elde ettikten sonra estetik hazzını sağlar. Kesinlikle estetik kaygısı olmalıdır yoksa eserden hiçbir şey anlamaz. Eleştirmen bu noktada ortaya çıkar, sanat görgüsünce eserin eksiklerini dile getirir. Her iyi alıcı aynı zamanda eleştirmen olabilir, sanatçıyı uyanık tutmak için uğraşabilir, paşa keyfi bilir. Sonuçta “alınyazısı beraberliği”dir onlarınki, sanatçı ve alıcı birbirlerini canlandırırlar. Alıcının bağlam boyunca gidip gelmesi lazım, sanatçının niyetine kapıdan şöyle bir bakmalı, sonra aynada kendine bir bakmalı, iki bakıştan ne alırsa.
“Kolyeli Yeşil Papağan”da renklerin temsilleri. Ne isimler var: gelin alı, firuze mavisi, çoçomil moru. Doğa hepsini gösterir, çekip aldığımız ondandır. Mevsimlerin skalası farklıdır, göklerden başka çiçeklere de bakmak lazımdır, mesela kadife çiçeklerinin sarılarıyla yoncaların yeşilleri belli zamanların rengidir, üstelik kadife çiçeğindekinden başka hangi sarı kadife çiçeğinin sarısına çalar, bilinir de renkleri tanımak gerekiyor. Soyut dışavurumcu resimlere baktığımız zaman hemen hemen aynı renge boyanmış iki kare görebiliriz, iki kare arasındaki farkı göremeyebiliriz, kafamız basmadığı içindir. Eric R. Kandel beyinde ne işler döndüğünü pek güzel anlatır öyle bir eser gördüğümüzde, yeni yollar açılır ve nöral yapımız azıcık değişince şeylerin aslında olduğu gibi olmadığını anlarız. Kandinsky’ye göre sıcak ve açık renkler bizi daha çabuk büyüler, mesela limonun rengi nasıl şeydir öyle, aman çektirir. Limon kokusu getirir burna, ağzı sulandırır, dişi kamaştırır, kafayı oynattırır. Limon görünce müzik sesi duyabiliriz, yumuşak bir zemine dokunuyormuş gibi hissedebiliriz, bedenimizin böyle çılgın tepkileri vardır. Misal ben bir şeftaliye dokunduğum zaman hiçbir şey olmaz ama bir arkadaşıma şeftali dersem kafayı yer, rengini hatırlamaz meyvenin, beni bile hatırlamayıp tekme tokat girer. Şeftalinin şiddete meyilli insanları fişteklediği malumdur. Renk fetişi olan kim var başka, Ahmet Rasim’e göre ördekbaşı, kumrugöğsü, yanık al renkli çarşaflar gözü okşar, Rimbaud her sesli harfte bir renk patlatmıştır, Mithat Cemal Kuntay bundan esinle kendi renklerini patlatır. “Nun” mavi, “cim” kırmızı, tıpkı tanyeri ağarırken gökyüzü. Padişahların, sadrazamların giydikleri kıyafetlerin renkleri geliyor sonra, yeşillerle morların devlet memurlarına dönüşmesi.
“Gözler” şahane bir çeviri bibliyografyası, 1859’dan itibaren dilimize kazandırılan metinlerin müellifleri ve mütercimleri. Saymakla bitmeyecek, zaten hangi çevirileri kimin yaptığını kısa bir aramayla öğrenebiliyorsunuz ama Birsel’in denemelerini sadece bir şeyler öğrenmek için okumuyorsunuz, dili var ki bizim dile benzemez: görünen birtakım “pırpırlar” çeviri parçaları demektir. Kılıç üşürmek, dörtlük şırlatmak, beyit poçilembek, sanatla alakalı tuhaf işler. Jules Verne çevirileri genişçe bir yer kaplıyor, hakkında çok araştırma yapıldığı için tataam Google. “Okul Günleri” çokça anı, Birsel’in gittiği Fransız mektebinden manzaralar. Yıl 1931, kısa süre sonra bir ilköğretim yasası çıkacak ve ilk öğrenim için yabancı okullar tercih edilemeyecek çünkü kısa süre önce iki öğrenci Protestan “yapılmış”, bu badireyi atlatan Birsel hemen İstanbul’a gelerek eğitimine devam edebilirmiş ama yollamamış ailesi, yoksa Saint Joseph’e gidecekmiş Birsel. Edebi çalışmalarına daha erken başlayabilirdi belki, gerçi ilk yazısı on beş yaşında çıkmış bir çocuktan bahsediyoruz. Halid Ziya üzerine bir inceleme, yabancı dergide yayımlanıyor ama ne ismi var ne cismi, kayıp.
“Sol Ayağıyla Düşünen Adam” meşhur, Christ Brown’ın konuyla ilgili otobiyografisi var. 1932’de doğduğu zaman ellerini hareket ettirememiş Brown, bir anormalliğe sahip olup olmadığını anlamamışsa annesinin sayesindedir. Bu vefakâr kadın hemen birkaç uğraş bulmuş, çocuğu resme yönlendirmiş ve önemli bir yarışmayı kazanmasını sağlamış ama gönlü resimde değilmiş Brown’ın, edebiyata sapmış. Yazdığı şeyleri doktorlar pek beğenmemiş, bu yüzden kitap üzerine kitap getirmişler, Brown nihayet dişe dokunur bir şey yazınca gerisi gelmiş. Arada kırık kalpler, büyük umutlar, üşütük popolar da var, inişli çıkışlı hayatın cilveleri diyelim. Hayatın cilvesi, o da ne demekse. Hayat gayet cilvesiz, kaya gibi bir şey. Brown vazgeçmenin eşiğinden dönmüş çünkü doktoru sol ayağını kullanmamasını istemiş ondan. Uzuvları üzerinde bir tasarrufu yok çocuğun, bir tek sol ayağını kullanabiliyor. Önce fırça, sonra kalem, Brown sanatla uğraşarak çıkış yolunu bulmaya çalışıyor. Ailenin yardımı hiç kesilmiyor, eski kırıklar olabildiğince yardım ediyorlar, Brown aslında çevresindekilere yaşamını borçlu belki. Yazarak hayatta kalmayı becerince biraz daha dolanmak istiyor buralarda, gidene kadar daha var. Sol ayağı iflas edene kadar. Yüzü iflas edince kasılmalar durmuş, bedenin yavaşlamasıyla arızalar da yavaşlamış, Brown durmadan eser üretmeye başlamış o zaman.
İlk deneme en uzunu, Gandhi’yle birlikte bir milletin bağımsızlığa kavuşması anlatılıyor. “Ey okurcuk, canlı ve cansız yayınımız adına hepinize manzara löpüyle boyanmış ve de sütbeyaz atlara binmiş sabahlar dileriz.” (s. 7) Gecenin körü valla, Birsel bunu yazmaya başladığında sabahmıştır hatta günlüklerinden birine not bile düşmüşmüştür, şaşırmayız. Gandhi’ye bakalım diyeceğim, hayat boyu mücadele. Gençliğindeki karanlık dönemde seksten sekse koştuğu, et yediği, acayip işlere karıştığı söyleniyor, hukuku arada nasıl okuduğu muamma. Memleketinde işler yolunda gitmediği için Gandhi bir noktada aydınlanma yaşıyor ve o güne kadar hiç düşünmediği halkı düşünüyor. Tuz vergisi var, deniz suyunu kaynatıp tuz elde etmek dahi yasak. Gandhi önce Afrika’da neyle karşı karşıya olduğunu anlıyor, halkın çıkarına halktan dayak yiyor (?) ve dönüp dolaşıp Hindistan’a geliyor. Yapılacak çok iş var, önce pasif direniş, sonra İngilizleri gümletmek. Toplantı üzerine toplantı, hapis üzerine hapis. “Çekirge sürüleri halinde şurdan burdan sızıp gelmiş binlerce insan karşısında Efendimiz mikrofonsuz ve hoparlörsüz konuşur.” (s. 9) Ne güzel, örgütledikleri hapse atılınca kendileri de atılırlar, kendileri atılınca örgütledikleri de atılır ama Nehru gibi alternatif adamlar uzun süre hapiste kalacak gibidir, Gandhi hemen harekete geçerek Batı’da öğrendiği katakullileri kendi memleketinde uygulamaya başlar, ülkeyi derleyip toparlar, tertemiz halde bırakır. Bir Japon huyu. Gandhi’ye ermiş gözüyle bakarlar, belki öyledir, öyleyse de tatlış bir derviş gibi durmaktadır. Kendi elbiselerini kendi diker çünkü trikotaj delisi İngilizlerin gelip de çorap, kazak satmalarını istemez. Uyuşturucuyu hiç istemez, bu yüzden önüne kim çıkarsa savaşır.
Birsel’i okumak her zaman hoş.
Cevap yaz