1989’da Kafka okumuş, Mansfield, biraz Örik, beş altı yazarın metinlerine dalıp çıkmış Birsel, döndürüp döndürüp koyuyor ortaya, oradan buradan baktırıyor. Milena’nın mektuplardan bir şey anlamadığı olmuş, buna rağmen yazmaya devam etmiş Kafka, bir ara Milena’ya mı artık, mektupların arkasını kesmek gerektiğini söylemiş ama aynı mektupta kesmemek gerektiğini de söylemiş, bir iki kez tekrarlanmış bu, anladığımız kadarıyla mektuplaşmaya devam etmişler çünkü bir insan bir şey yapmak istediği zaman yapar, zarar ziyan dinlemez, mektup yazmanın ziyanını Kafka bilse de zararına razı gelmiş ve yazmaya devam etmiştir çünkü insan yapar öyle, kim durdurmuş kendini. Milena’dan mektup geldiği zaman açmazmış Kafka, bir müddet elinde dolaştırırmış, bir elinden diğer eline küçük tur, bir odadan başka odaya büyük tur, zarftan mazrufa ölçeğe gelmeyecek bir seyir. Bir daha okurmuş sonra, defalarca okuduktan sonra bakarmış ki yenisi gelmiş, eski mektuptan yeni mektuba neşe dinmezmiş. Mektuptan mektuba bir hayat, o sırada arkadaşlarla geçen zaman, işyerinde dilekçeler başvurular, evde baba terörü, azar azar yiten sağlık ve sabahlara kadar yazı çizi, Kafka bunların toplamından çok daha fazlasıysa da bunların toplamı. Bir pusulacık olsun gönderirmiş mesela, mektup değil de küçük bir şey, yazısız bırakmamak için. Yazısız kalmamak için. Yazısız kalmamak için mi onca yazıyor, mesela iyi bir romanı baştan okur gibi mi okuyor o mektupları Kafka, iyi bir yazarı buldu mu bırakmak istemiyor da sevgiyi uyandırıyor bir yandan, olduğunca. Ertesi kayıt: Mansfield’ın kedili öyküsünden M.Ş.E.’nin “Soysuz Kedi”sine bir şpagat açar Birsel, Esendal’ın 1913’te kullandığı sözcüklerin pırıllığını göklere çıkarır da bu sözcük kullanımı, daha şık bir şey, “dizdiği sözcükleri” belki, tamam. O öyküleri ortaya çıkarmamıştır Esendal, zaten gençlik öyküleridir, mesela o öyküleri ortadan kaldırmak mı lazımdı neydi, beğenmesek de kendi yaşamları yok mudur artık öykülerimizin, bir kere biçimlenince kendi yaşamlarını sürdürmezler mi, alengirli konu. Hani çok iyi öyküler yazmıştır da böyle öyküleri de vardır yazarın, böyleliği gözden uzak tutmanın nedeni. Neyi beğendirmeye çalışır yazar, beğendirmeye mi çalışır, sakladığı kendisidir. Değildir, öyküdür, öykünün kendilikle ilgisi yoktur. Böyle mi düşünür? Yazar ne düşünür saklarken bilmem, ben okumak isterim ve ayıplamam, “Onca şeyi yazdın da bunları niye çıkardın şimdi?” demem. Kim nesi varsa çıkarsın. Bence. Esendal’ın bir öyküsünün başında “dördüncü yazılış” ibaresi varmış, anlaşılır. “Yaşam şipşakları” diyor Birsel, anlık esinlenmeyle bir şeyler çıkıyor ortaya, belki kenarı köşesi belli bir metne dönüşmüyor da kalıyor öyle, anlatı parçası. Sırf anlatı parçalarından oluşan bir metin, bağlamsız, dağınık bir masa. Vardır, rastlamadım, bütün dağınıklık kurgunun sağladığı uzaklıktan bakınca toparlanıyor, toparlanmayan bir şey arıyorum. Birsel bir yerlerde kafasının çarçora döndüğünden bahsediyor, “çarçor” demiyor olabilir de kim emin olabilir bundan, çarçora dönmüş bir kafanın parçalar arasındaki bağları kopardığını hayal ediyorum, jonglörlük yapıp sözcükleri atıp tutmuyor, cambazlık yapıp kurguya takla da attırmıyor, dağınıklık sunuyor bir. Michaux’nun metinleri kasıtlı, bütün dağınıklıklar kasıtlı, kasıtsız bir dağınıklık isteği. Dağını özlemi. Denk gelirsem. Çok okumalı. Birçoğunu sayıyor Birsel, bazı yazarlar çok okumuş, biri Namık Kemal. Elinde kitapla ölenlerden. Sefiller varmış elinde, ölmeden altı saat önce okuyormuş, etrafındakilere metnin güzelliğini anlattıktan sonra açık bir vaziyette bırakmış kitabı, uyumuş uyanmamış. Bu çok hüzünlü bir şey, okurunun ölümüyle yarıda kalan kitap. Tersinden bakalım, okurunun arka kapak yazısını okuyan kitap. Ertesi kayıt: Ahmet Midhat Efendi’ye düşkündür Birsel, onun tam teçhizat metinlerindeki şalalaya bayılır, kitaba düşkünlüğüne de bayılır. Başka isimler çıkıyor karşımıza, hepsinin kitapla ilgili büyük büyük lafları var da Emerson’ın basitliği yakaladı beni, üniversitede aynı şeyi yapıp aç kaldığım için. Eline biraz para geçse kitap alırmış Emerson, birkaç kuruş artarsa yiyecek ve giyecek. İnsan içine çıkacak kadar kıyafet yeterli, okuduğumuzu anlayabileceğimiz kadar kafa sağlığı için azıcık yiyecek tamam, gerisini kitaplara yatırabiliriz. Ucubeye döndük demektir. Ertesi kayıt: Nahit Sırrı Örik’in “Tenkidin Durumuna Dair Bilanço” nam yazısı eleştirinin ne durumda olduğunu sorgular yazıdır. Birsel der ki Namık Kemal ve Recaizade Ekrem Bey yazmıştır ama esas Mehmet Rauf ve Hüseyin Cahit Yalçın yazmıştır. Yakup Kadri, Abdülhak Şinasi, İsmail Habip diğer eleştiri yazarlarıdır, Ataç çevirmenliğe dönene kadar eleştiride atlas dokumuştur. Refik Halid’i ekleyeceğim bu listeye, Recaizade’nin bir metnini incelerken Abdülhak Hamit’inkinden daha ileri bir meziyet görür de sen misin gören, evet, Abdülhak Hamit ve şürekâsı hemen hücuma geçerek dergiden atılmasını isterler Refik Halid’in, yanlış hatırlamıyorsam Ziya Gökalp ve Recaizade sayesinde kurtulur kirpimiz. Boğaz’ı çok sevdiğini biliyoruz, Örik’in çılgın projelerini biraz korkuyla aktarıyor yazılarında, Birsel de dokunmuş biraz. Gerçi Bostancı’nın doldurulmuş sahilini beğendiğini söylüyor Birsel, İstanbul’a deniz kenti olduğunu hatırlatacakmış. Kastını pek açmıyor, evinden on dakika ötedeki Çamlık’ın halini görseydi belki bu yorumu da yapmazdı. Evimin hizasında, bana üç sokak ötede Çamlık diye bir mekanımız vardır. Vardı, birkaç yıl önce son işletmeyi de yıktılar, şimdi mezbeleliktir, trenle geçerken görüldüğünde can yakar. Neyse, deniz Çamlık’a komşuymuş bir zamanlar, merdivenlerden iner inmez suya atlanırmış. Şimdi sahil yoluna atlayıp ezilirsiniz, denize de giremezsiniz çünkü Küçükyalı’nın sahiline yaklaşık yüz metre aralıklarla kanalizasyon kanalları yapılmıştır. İnsanlar oralarda balık tutup yiyorlar bir de, inanılmaz. Birsel’in bu metninden hemen hiç bahsetmedim, o daha da inanılmaz. Hızlandırılmış tur: Birsel’in düştüğü günlerden birer cümle.
Gargantua. Yeni bir sözcük getirmedikçe beş para etmeyecek kitap. Birsel’in gençliğindeki Karşıyaka’dan arkadaşlar, biri Selmi Andak, müziğimizin en iyi bestecilerinden biri. Ahmet Erhan’ın acı alayı. Behzat Ay’ın kurtarmak için eşi dostu ayağa kaldırdığı ama kurtaramadığı kedisinin adı Pamuk. Vaybeni, bir sanatçının günlüğü yoksa kendisi de mi yoktur, Birsel diyor, zaten var olmak istemeyen sırıtır. Cevdet Kudret’le bir iki anı, Melih Cevdet’le Ataç’ın sürtüşmeleri. Vedat Günyol’un Çatalçeşme’ye, Birsel’in evinin yakınına taşınmak için kitaplarının yarısını satması, 1 milyona, kitaplarından kurtulduğu için memnunmuş Günyol ama öyle görünürmüş, Birsel şöyle bir yüz taraması yapmış da Günyol’un kendi söylediğine inanmadığını görmüş. Şener Şen’le geçen bir gün, sinema dünyasından anılar. Feyyaz Kayacan’la Hatay’da muhabbet, Kayacan meğer Yeldeğirmeni’nde okumuş, Paris’te Cahit Sıtkı ve Oktay Rifat’la çok muhabbet, sonra gibicilikle ilgili metni var ki biri olmanın tarifidir bu, yani biri “gibi” olduğunuzda biri olursunuz ama kendi sesinizi kullanırsanız kimse olmazsınız çünkü birey gibiciliğin yanında sönüp gider, birey birdir, gibi pektir, çoktur, sanat camiasında var olmak için kim cüret eder biri olmaya, onun şanı namı olmaya. Şiirden yazıya geçenler tamam da tersi nedir, Sait Faik’in şiir cumbası eğiktir, Bedri Rahmi’nin birkaç evelemesinin dışında şiir dağarı kıttır, Ömer Seyfettin’inki numunelik bir pejmürdeliktir. Ayşe Kilimci’ye övgü var, Kilimci iyi bir öykücüdür ve Birsel yakalamıştır iyiliği, yakaladı mı övmelidir ki iteklesin yarınlara doğru.
Birsel yarınları da yaşar, okumayı yarıda bıraktığı birden fazla kitabı vardır da ne çıkar.
Cevap yaz