Çevirmen Mehmet Kanar’ın dediğine göre Hidâyet 1930’lu yıllarda yönetimin pembe tablolar çizmesine karşılık halkın yaşantısını gerçekçi tasvirlerle öykülere dökmüş. Beş öykünün intiharla, iki öykünün de cinayetten sonra intiharla sonuçlanmasını bu bağlamda değerlendirirsek sıkı bir tepki, yoksullukla boğuşan insanların cindarlardan, büyücülerden medet ummaları ve zenginlerin her haltı yemeleri öyküleri kapkara hale getiriyor. Kafka’nın karanlığı değil bu, Hidâyet’in Kafka’ya neden benzetildiğini bu öyküleri okuduktan sonra da anlamadım, kısmet başka öykülere. Bir iki çeviri arızasından da bahsedeyim, şöyle bir bölüm: “Akşam yemeğine daha bir saat var. Her zamanki klasik yemekler. Yoğurt çorbası, sütlaç, pilav, ekmek, peynir. O da ölmeyecek kadar az.” (s. 10) “Her zamanki klasik” bir, “ölmeyecek kadar az” iki. “Sekiz yıldır Horşid’in kocası gizemli bir şekilde kaybolmuştu.” (s. 106) Zaman zarfıyla fiil çekiminin muazzam çakışması. Başkaca bir şey var mı bilmiyorum, dikkat etmedim, intiharlardan gına gelmesin diye uğraşıyordum. “Girdap”la başlıyor dalga, Humâyûn can dostu Behram’ın intihar ettiğini öğrenince geçmişi eşelemeye başlar, kendisi başka bir yerdeki vazifesini yerine getirirken üç yıl boyunca eşi Bedri’ye göz kulak olduğunu hatırlar, okul günleri aklına gelir. Bedri’nin intiharla ilgili soğuk soğuk konuşması, Behram’ın bütün malvarlığını Humâyûn’un kızı Homâ’ya bırakması adamımızı şaşırtır, Homâ’yla Behram’ın benzerliği aklına tilkidir, kurttur, her türlü vahşi doğa hayvanını sokar ve en sonunda patlar Humâyûn, eşiyle kavga eder ve kendisinin de üç yıllık süreçte Rus bir yosmaya âşık olduğu ortaya çıkar, kavga o kadar büyür ki Bedri kızını da alıp gider evden. İki hafta sonra Behram’ın vasiyetini gönderdiği zarftaki notu bulur Humâyûn, Behram gönlü kaysa da Bedri’ye yanaşmadığını, kendini tuttuğunu yazmıştır. Üzüntüden bir deri bir kemik kalan Bedri’nin haberini de alır adamımız, kızı Homâ’nın kendisini görmek için yollara düştüğünü ve soğuktan donduğunu öğrenir ve öykü biter. Tam bir trajedi de sıradan, ilginç bir yanı yok. Şu belki, Bedri’yle Behram’ın doğru söyleyip söylemediklerini bilmiyoruz, elde bir mektup var sadece. Söylenenlerin yalan olduğuna dair hiçbir şey yoksa da adamla kızın benzerliği şüpheye sağlam bir gerekçe sunuyor. Günah kimin boynunaysa artık. “Daş Âkil”e geleyim, bu adam Şiraz’ın en kabadayı beyefendisi, Kaka Rüstem’le kanlı bıçaklı. Yörenin en güçlü adamı olarak karşısına çıkan herkesi tepelediği gibi Rüstem’i hacamat etmişliği çok, buna rağmen Rüstem hâlâ lolo yaparak sinirleri germeye çalışıyor da oralı değil Âkil. Yoksulun dostu, çıkıntının düşmanı, tek aşırılığı arkadaşlarıyla içmek ve kendini kaybetmek. Sıradan hayatı Hacı Samed’in ölümüyle değişiyor, civarın en zengin adamlarından biri olan Hacı Samed vekil olarak Âkil’i seçtiği için bütün iş güç bu adamın üzerine yıkılıyor. Alacağı vereceği, şusu busu derken yıllar geçiyor, Âkil serseriliği unutuyor. Hacı Samed’in çocukluktan yeni çıkacak kızına âşık olmasıyla birlikte hayatı kayıyor resmen, hele Mercan biraz büyüyüp de adamın tekiyle evlenince yaşamdan iyice kopuyor, işi bırakıp mahallesine dönüyor. Rüstem’in bıçak darbesiyle ölmek üzereyken yanındakilere fısıldıyor, yıllardır baktığı papağanının Mercan’a verilmesi son dileği. Papağan kıza götürülüyor ve konuşmaya başlıyor, Âkil’in Mercan’a duyduğu aşkı anlatıyor, Mercan ağlıyor. Bu öykülerin beni sarmamasının nedenini düşünüyorum, dümdüz facialardan başka bir şeye yer verilmediği için olabilir. Âkil’in epik bir havası yok mesela, aşkının derinliğine dair bir şey yok, sondaki şalala da etkilemeyince yavanlıktan başka bir şey kalmadı kafamda.
“Kırık Ayna” kitaptaki en zayıf öykülerden biri. Anlatıcı karşı evdeki Odette’le bakışıyor, metroya yürürlerken tanışıyorlar. Sinemalar, tiyatrolar, ilişki güzel gidiyor da anlatıcı erkeklik yapıp bozuyor o güzel atmosferi. Odette’in çantasını pencereden aşağı atıyor da çantadaki aynayı kırıyor, uğursuzluk. Sonra bir süreliğine Londra’ya gidiyor, Odette’ten gelen acı dolu mektupla kaygılansa da işi bitene kadar Paris’e dönmüyor. Döndüğündeyse çok geç artık, Odette’in odası boş, kendi odasında Çinli bir öğrenci kalıyor. Zayıf, sıradan bir öykü. Mesela “Af Talebi” öyle değil, başarılı. Kervanın yakıcı rüzgârlarla imtihanı resmediliyor bir, affedilmek için kutsal bir yere gitmesi gereken karakterlerin hikâyelerini dinlemeye başlıyoruz. En uzun hikâyeyi anlatan kadın yaptığı kötülükleri anlatıyor, hedefe varmadan önce kendini affetme çabası. Üzerine kuma getirilen kadının ilk çocuğunu öldürüyor, ikinciyi de öldürüyor, üçüncüyü öldürmeye niyetleniyor derken ardında bıraktığı mezarlığı öğreniyoruz. İranlı kadınların sorunları, toplumun kadını ezme biçimleri bu hikâyeyle özetleniyor, sonra diğer yolcular kendi hikâyelerini anlatarak benzer suçları dile getiriyorlar. Finalde hepsi kurtuluşa ereceklerini, menzile varmanın vereceği rahatlığı düşünüyorlar, yaptıklarını tekrar yapabilmek için arınma. “Maskeler” orta-üst sınıf öyküsü, objet petit a‘nın nüvelerini içerdiği için ilginç. Adam gelecek vadetse de öyle alımlı değil, kadın aşırı güzel ve adamı kıskançlıktan delirtiyor. Maskeli baloya gitmeye niyeti olmayan adam dayanamayıp gidiyor, kadınla yüzleşiyor. Kadına göre adam yitirdiği aşkının yansıması olarak görüyor kadını, oysa kadın adamı gönülden seviyor, başkalarıyla görüştüğü de doğru değil. Çözülemeyecek bir gerginlik var aralarında, arabaya atlayıp birlikte yaşayacakları yere doğru tam gaz giderlerken adam düğümü çözecek en ideal sonuca varıyor ve gaza basıp arabayı şarampole yuvarlıyor. Kaza yerine gelenler yanık et parçaları ve iki maske buluyorlar, maskeler birbirine bakıyor. “Pençe” de ilginçti, babalarının annelerini boğarak öldürdüğünden emin olan iki kardeş evden kaçmayı düşünüyorlar. Abi iş bulup çalışacak, kız kardeş hayvanlara bakacak, süper hayat da babadan kurtulmak kolay değil, özellikle ikinci eşini de boğmaya kalktıktan sonra. Abide de babayı andıran bir şeyler var, ansızın öfkelenebiliyor, tehlikeli bir karakter. Kız kardeşinin evlenip planlarını bozacağını düşünmekten deliriyor ve babasına dönüşüyor, ailenin laneti çocuklar için ortaya çıkıyor bu kez. “Nefsini Öldüren Adam” üstat bellediği adamların aslında rezil hayatlar yaşadıklarını fark eden çömezin yoldan çıkması veya yola girmesiyle ilgili. Mirza bir okulda öğretmen olarak çalışıyor, boş zamanlarının tamamını ilim irfana ayırarak hocasının peşinden gitmeye çalışıyor. Hoca efendi son derece dindar, nefsini düşünceye vura vura köreltmiş bir adam. Mirza bu adamın peşinden gidiyor, şairlerin şiirlerinden hikmetler devşiriyor, diğer yanda Hayyam gibi düşünürlerin şiirlerindeki günahların aslında günah olmayabileceğini düşünüyor. Kafası pek karışık değil ama hocasının zinaya, israfa savrulduğunu fark edince ne yapacağını bilemiyor, pavyonun tekine girip konsomatrislerden biriyle birlikte oluyor. Şarap, seks, ne kâfirlik varsa deniyor Mirza, bir süre sonra intihar ediyor. Bu öyküden çıkaracağımız iki fikir var, öncelikle şarabı çok kaçırmamalıyız çünkü baş ağrısı korkunç, ikincisi de ömrümüzü vakfettiğimiz bir uğraşın anlamını yitirmesi intihara yol açabilir. Evet. “Hülleci” aşırı zorlama sonuyla fark yaratmayan, diğer öyküler kadar bir öykü. Hülle işini Süt Kardeşler‘den biliyoruz, sağlam bir hülleci gerekiyor iş için. Bu öyküdeki yamuk yapınca esas adamımızın yaşamını mahvediyor. Bu.
“Üç Damla Kan” en başta, en okunası öykü. Akıl hastalığının kurmacayla ilişkisine dair şahane bir hikâyesi var, ders diye okutulur. Onun dışında, işte, öylesine öyküler yani. Satacağım kitabı, öyle söyleyeyim.
Cevap yaz