Nuray Mert önsözde çok iyi özetlemiş, günümüzden bakınca Karay’ın siyasi düşüncelerindeki çelişkiler İkinci Dünya Savaşı’na giren ülkeleri tekilliğe hapsetmekten doğuyor. Kutuplaşan dünyaya, ekonomik olgulara, kültürel dalaşlara dair hiçbir şey yok, mesela Japonlar canavar çançinçonlar olarak Çin’e saldırıyorlar, sonra Pasifik’te ABD’nin donanmasını indirme hareketine başlıyorlar, eh, atom bombasında beis yok? Hele Gandhi’yi anlattığı bir bölüm var Karay’ın, evlere şenlik, adamın yerin dibine sokup sokup çıkarılmasında gerekçe medeniyetin gittiği yerlerden tekmeyi yemesi. “Siyasi portresi ve düşünce dünyasını tanımlamak için en iyi tasnif, Anglosakson manada ‘muhafazakâr’ olması idi. Onun muhafazakârlığı, bizde yaygın olarak kabul gören tanımı ile dindarlık, tutuculuk yanlısı olmak değildi; dahası Batı, modernlik, hatta ‘alafrangalık’ karşıtı da değildi. Onun muhafazakârlığı ve nihayetinde Milli Mücadele ve Cumhuriyet karşıtlığının temelinde, siyasete ve dünyaya sinik bakış ve radikal değişimlere karşı ihtiyatlı, hatta zaman zaman düşman olmak tavrı vardı.” (s. 20) Hindistan bağımsızlığına kavuşacak da huzuru bozulacak dünyanın, demokrasi denen oturmamış, yerine göre üfürme aygıt uygarlıktan nasibini almamış toplumlarda yeni sorunlara yol açacak, öyleyse yarı totaliter, tepesinde has bir kodamanın oturduğu yönetimler en iyisi. Salazar’ı böyle övüyor mesela Karay, elbet baskı, zorbalık olacak ama bakınız ki ülke huzurlu, yeni yeni binalar da yapmışlar, ortam süper. Gezi yazılarında da Salazar’ı bir güzel över Karay, Portekiz’in pırıl pırıl binalarını göklere çıkarır, bunun yanında toplumun sesine zerre kulak vermez çünkü elitisttir biraz, gücü sever gibi görünür, halkı boyun eğip liderin peşinden kös kös giden bir kalabalıktan fazlası olarak görmemeye meyillidir. Yani zaten akademik araştırmalar beklemiyoruz kendisinden, yazıların niteliğinden ötürü tarafsızlık hiç beklemiyoruz ama kahvedeki Hilmi Dayı gibi yorumluyor dünyayı, sinir bozuyor.
Mert’in işaret ettiklerine bakıyorum: “milli gururu korumak” kalıbı birkaç yazıda geçiyor, kendi siyasi geçmişinin gölgesinden kurtulma çabası. Küçük burjuva eleştirilerinden birinde savaşın hareketsiz, heyecansız sefil nesli şaha kaldıracağını söylüyor, faşizme göz kırpar mahiyette. Danimarka’yı, İsveç’i anlatıyor mesela, dövüyor mu övüyor mu belli değil, bu memleketlerde insanlar yağlarla ballarla besleniyorlarmış da komşuları açlıktan kırılıyormuş, o zaman illa bir savaş çıkması lazımmış. Nazi tayfaya pü de antisemitizme, katliamlara kapı aralanıyor böylece. Bu yazısından bir yıl sonra, 1942’deki yazılarından birinde faşizmi yerin dibine sokuyor, Musevilere yıldız takma zorunluluğunun getirilmesini lanetliyor da kervanı yolda düzüyor Karay, haber kaynaklarının güvenilirliğini sorgulamadan ne geliyorsa alıp kullanmaya teşne. Bir yazısında Almanların süper bir teknoloji ürettiğinden bahsediyordu, biyonik adam mı ne yapmışlar, savaşın kaderi değişecekmiş falan. Göz açıp kapayasıya dünyanın bir yerinden başka bir yerine fişekleme makinesi icat edilmiş, Amerika’ya bir saniye içinde gidebilirmişiz artık, bu minvalde bir sürü saçmalığı satırlarına taşıyor, aşırı kötü bir gazetecilik örneği onunki. Neyse, de Gaulle piyasaya çıkınca Fransa’nın çok kötü bir parlamento rejiminden nihayet kurtulacağını söylüyor Karay, Salazar’a dizdiği övgülerle birlikte düşününce durum şu: “Bu noktada Refik Halid maalesef muhafazakâr siyasetin, liberallik ile uzlaşan ve demokrasiye yakın duran yorumundan uzaklaşıp ‘otoriter’ siyasete yaklaştığı çizgiye gelmişti. ‘Muhafazakârlık’ ve ‘otoriterlik’ ilişkisi çokça tartışılmış ve daha da tartışılması gereken çetrefil bir meseledir. Muhafazakârlık ve ekonomik liberalizmin ittifakının, muhafazakârlığı otoriterlikle bağdaşmaz kıldığı iddia edilse de, aslında muhafazakâr tutum, jakoben otoriterlik biçimlerine ve bu arada faşizm ve totaliterliğe taban tabana zıt bir yerde durur. Ancak bu duruş muhafazakârlığın farklı çerçeveler içinde otoriterlikle buluşmayacağı anlamına gelmediği gibi, bu çerçevede pek çok tarihsel örnek mevcuttur. Refik Halid’in nazizme ve faşizme mesafesine karşın Salazar (ve Franco ile benzerlerinin) rejimine sempati duyması bu konuya örnek teşkil edebilir.” (s. 25)
Ortadoğu’ya da eğilir Karay bu kitaptaki yazılarında, Suriye’den koparılıp Lübnan’a verilen toprakların Hıristiyan bir devletin kurulumu için kullanıldığını bilerek eleştirilerini sıralar, Suriye’deki Fransız yönetiminin ehliyetsiz kişilere bırakıldığını düşünerek rahatsızlığını dile getirir ama Mert’in söylediği gibi Ortadoğu siyasetine bütüncül bir bakışla yaklaşmaz Karay, Bağdat Paktı’nın kurulması ve Türkiye’nin Batı dünyasının yanında yer almasıyla birlikte “Nil diktatörü” dediği Nasır’a giydirmeye başlar. Hitler ve Mussolini ayarında biridir Nasır, günün şartları veya o şartlarda hangi cephede yer aldığı önemli değildir, antiemperyalist dalganın yükselişiyle birlikte öne çıkan figürlerden biridir ama Karay mevzunun bu yanına hiç odaklanmaz. “Ona göre asıl sorun, bu ideolojilerin peşine takılıp sol siyasetlere meyletmek ve de Batı ittifakına tehdit oluşturmaktır.” (s. 27) Bağdat Paktı’na girmek istemeyen tüm Arapları aşağılar Karay, ABD ve Avrupa küt diye tepesine inmediği için Arap âleminin şımardığını söyler. “Refik Halid’in, sadece sıkı bir antikomünist ve sol siyaset karşıtı olmasının ötesinde, imparatorluklardan kopmuş ve bağımsızlık kazanmış ülkelere karşı kuşkucu ve küçümser bakışı, Arap milliyetçiliğine ilişkin görüşleri açısından önemli ipuçları oluşturur. Ama nihayetinde o, Arapları kendilerini yönetebilecek bir halk olarak da görmemektedir.” (s. 29) Her yer alıntıyla doldu da Nuray Mert söylenecek bir şey bırakmamış resmen, hani arada orijinal çıkışlar olmasa Karay’ın yazılarını değil de Mert’in özetini okumak kâfi diyeceğim, diyemiyorum, biraz da oraya bakayım. Savaşı yorumlayan bilgiç gevezelerden çokça sıkıldığını defalarca belirtir Karay, hatta onlardan biri yakın arkadaşlarından biridir de çenesi hiç durmaz, üstelik Almanya’nın şöyle yenileceğinden, Polonyalıların böyle saldıracağından falan bahseder sürekli. Karay en sonunda dayanamaz, adamın yüzüne yüzüne söyler: öyle kulaktan dolma bilgilerle, eskinin imparatorluklarının gücünü göz önünde bulundurarak yapılan yorumlar beş para etmez. Eh, şunun sadakasını biraz kendisine ayırsa iyi olurmuş. Elçilikle ilgili yorumları dişe dokunur ama bürokratik herzelere, siyasi kanadın çekişmelerine yer vermediği için eksik yine. ABD’nin Tokyo büyükelçisi daha 1941’de Japonların Pearl Harbor’a öküz gibi saldıracaklarını söylemiş de umursanmamış, diğer yandan bizde Balkan devletlerinin bir olup Osmanlı’ya saldıracağını söyleyen birkaç kulağı delik mebus çıkmış da hariciye nazırı sefirlerinden gelen raporlara güvenerek ortada folun da yumurtanın da olmadığını söylemiş, yani bu elçilik oldukça önemliymiş de salon adamı olmak için elçiliğe soyunan gafiller ciddiye alsınlarmış işlerini. Öngörüleri de sağlam Karay’ın, savaşın biteceği tarihi verenler o zamana dek cortladıkları için gelişmeleri okuyamadıkları besbelli, oysa denizaltıların vaziyeti, kara ordularının hareketi derken aşağı yukarı bir tarih çıkıyormuş ortaya, 1944’ün kışı mesela. Dokuz aylık bir kayma var da baktığımız zaman yıllar boyunca bir savaştan bahsediyormuş insanlar, Karay yine aşağı yukarı tutturuyor. Alman ve Japon kaynaklarından aldığı haberlere itimat edilmeyeceğini söylemesine rağmen bu görüşünü diğer kanattan gelen haberleri değerlendirirken göz ardı ediyor, ilginç. “Alman ve Japon radyolarından nakledilerek kulağımıza getirilen haberlerden anladığımıza göre Roosevelt-Churchill-Stalin buluşması propaganda mahiyetinde koca bir blöfmüş.” (s. 105) Bu haberlere neden inanılmaması gerektiğini savaş hazırlıkları üzerinden anlatıyor Karay, burada zekâsını konuşturuyor, başka konularda mahalle kahvesi muhabbetine sığınıyor, sırf yazı çıksın diye üfürdüğünü düşünüyorum bazı şeyleri. Goebbels’in propaganda yazılarını çözümleyip boşa çıkardı, sonra Gandhi’ye bir dünya laf, bilmem kime bilmem ne, tam çağının adamı Karay. Şöyle, çağının gelişmelerini bağlama sağlama oturtmadan pat küt koyuyor ortaya. Eğlenceli, sinir bozucu.
Cevap yaz