Refik Durbaş – Yazılmaz Bir İstanbul

Tanpınar sonbaharı Kozyatağı’ndaki sararmış çınarlarda, bağ kütüklerinde, oturduğu kahvenin küçük havuzunda yakalamış. Bugün bir çınarları görmek mümkün, o da kesilmemişlerin yoğunlaştığı sokaklardan geçilirse. Kozyatağı’nda çok kısa süre yaşadım, metrodan aşağı yürüdüm mü o caddede koca koca ağaçların altından geçerdim, yaşam üstüme yağardı. Dinginlikten bahsediyorum, alışıncaya kadar rahatsız eden boşluktan. Değil, boşluk aslında derinlerde bir yeri anımsamanın, tekrar bulmanın hali. Başka, Ahmet Haşim’in ölümünden birkaç hafta önce yazdığı dizelerin anlattığı: bir kuş düşünüyor o bahçelerde, altın tüyü sonbahara uygun. Yahya Kemal için Kanlıca, Nâzım Hikmet için çiçekli badem ağaçları. “Ateşlerle birlikte büyük umutlar, küçük aşklar mı yanardı? Komşu kızı balkona mı çıkardı? Bir kaçamak gülüş, bir bakış yalazını mı bırakırdı ateşte parlayan yüzlere?” (s. 6) Yazılmıyor da bir kez yaşanıp kayboluyor Durbaş’a göre, İstanbul geri gelmeyecek. Saksılar balkonlara tekrar çıkarılır, yaprakların hışırtısı tekrar duyulur, tamam da şairlerin sonbaharını duyacak yer yok artık, Yıldız Parkı hariç. Yoksa olmayan kır kahvelerinde ithal çaylar mı içilecek, sonbahar değil bu. Denizlere doğru başka kayıplar beliriyor, Anadoluhisarı’yla Göksu’nun eski insanları ne olduysa oldu, yerlerini Anadolu’dan göçenler aldı. Burhan Arpad çok güzel anlatır oraları, doğup büyüdüğü konağı da, yazları adalara göç eden insanları da, karpuz tarlalarında koşturan çocukları, her şeyi. Durbaş 1985’ten bildiriyor: Erdal İnönü’nün yalısı bakımsız, bakıcısından başka kimse yaşamıyor. Yazın güzelmiş de kışın zormuş orada yaşamak, odun kömür ne buldularsa yakmışlar da ısınamamışlar. Diğer yalıların diğer kodamanları yaz geldi mi düşerlermiş oralara, yüzmekten bıkınca doğru balığa. Kaptanlar çekişiyorlar, biri Avrupa görmüş ama ANAP’a oy vermiş, iğne. Kaptanlardan çok okuyanlar çekişiyorlar genelde, diğerleri dinliyorlar, Refik Durbaş’ın Cumhuriyet‘ten geldiğini öğrendiklerinde yine atışmalar. Dolanıyor Durbaş, gördüklerini sıkıştırıyor araya, Madam Taskin’le Todori’nin mekânları koca koca tabelalarla süslü, “Göreme Video Mağazası” onca ekranı bu küçük semte de getirmiş, her yerde televizyonlar, kasetler, filmler. Kahvenin sahibi Erzurumlu, her yıl gidip geldiği memleketini seviyor, Göksu’yu da sevdiği için yirmi yıldır işletiyor orayı. Kahve yüz yıllık, kasap ve bakkala çevrilmişliği de var. “Kahve ocağının sol başında naylonu yırtılmış bir raf üzerinde belki 40 yıllık bir radyo. Yanında bir Atatürk büstü. Radyonun solunda çerçeve içinde bir ayet. Sağında çiviye asılmış bir naylon torba. Rafın altında asılı iki takvim. Günlerden pazar olmasına karşın, takvim 28 ocak pazartesiyi gösteriyor. Yalıların zamanla yarışı mı?” (s. 16) Bakkalların vitrinleri rengârenk, mangal kömürü bulunuyor, gaz bulunuyor, ithal peynir geliyor, reçel, süttozu, kekmiks -bunun ne olduğunu anlamadım- ve Bixi Cola sergide. İthal mallar, yeni insanlar derken şehir değişiyor, mekânlarını düşününce büyüklü küçüklü. “Bugün ağaç köprünün yerini beton bir köprü almış. Ne bağlar kalmış, ne meyve bahçeleri, ne de bostanlar. Un değirmenlerinin yerini beton-briket kırması gecekondu azmanı Karadeniz yapısı binalar almış. Elma Niğde’den geliyor, peynir Almanya’dan, Danimarka’dan.” (s. 18)

Sevda Tepesi’nde Mehmet Yaşin’le oturuyorlar, Yahya Kemal’in şiirleri ve “hayal ağaçlar”. Küçüksu Plajı’nda bir dünya tekne bekliyor, yaz gelsin de insanlar serinlemek için suya girecekler oradan. Manzaradan sonra tarih geliyor: “Valentino Vahit, Kuleli Lisesi’nde öğrenci. Belkıs Safer ise Kandilli’nin en güzel kızı. Görür görmez birbirlerini seviyorlar. Vahit, Kuleli Lisesi’nden kaçıp Sevda Tepesi’nin arka tarafından dolaşarak şimdi Ömürtepe Restoran’ın bulunduğu bu yamaçta her gün Belkıs’la buluşuyor. Asırlık çınar ağacının altında oturup aşklarını, sevdalarını anlatıyorlar Boğaz’ın mavi rüzgârına, çiçeklerin kokularına, kuşların kanat çırpışlarına.” (s. 35) Şehir efsanesi mi, haso hikâye mi, belki gerçek: kavuşamıyorlar, 1931’de öldürüyorlar kendilerini orada, tepenin adı belirlenmiş oluyor. Kahveler bitti, kalkıp yürüyorlar, Küçüksu Mezarlığı’nda Cengiz Tuncer’in mezarına bakıyorlar ama bulamıyorlar, 1950’lerin ünlü şarkıcısı Muallâ Taşkın’ın mezarına rastlıyorlar muhtemelen. Top oynayan çocukların sesi geliyor, ölülerin taşlarından sekip havaya. Her yerden ses geliyor kulağa, Emirgan’da dolansam Halit Ziya’nın köşkünden tavuk sesleri mi gelirdi neydi, düşünürdüm. Gezi arkadaşı olsa o da düşünür, Eray Canberk çıkıyor bu kez piyasaya, Selamsız’da bir konağın, bir mezarın, bir şeyin önünde dururken aklına gelen dizeyi söyleyiveriyor. “Ortada Kâtib’in mezarı. Oldukça süslü, işlemeli, zarif. Sağında solunda annesinin, teyzesinin, amcasının mezarları. Mezarların karşısında bir küçük konak. Kâtib’in konağı. Yıkılmış, yeniden yapılmış. İçinde akrabaları oturuyor.” (s. 45) Civardaki mezarları ziyaret eden çok, Ahmet Özhan sık gelirmiş söylenene göre. Bağlarbaşı’na doğru çıkarken evler varmış ama 1958’de yıkılmış, sokakta kalanlar kilimleri uç uca ekleyip çadır kurmuşlar bostana, yaşamaya çalışıyorlar. Kâğıt toplayıcıları onlar, ekonomiye katkı sağladıklarını ama devletin işleri zorlaştırdığını söylüyorlar, sürüldükçe sürüldükleri için yerleşmeleri imkânsız. Doğuş Lisesi varmış oralarda, Haydar amca şikayetçi: “‘Ar, namus mu kaldı? Alamancıların çocuklarını getirdiler, uyum mu neymiş. Burada okurlar. Akşam okuldan çıkınca kız-oğlan utanmadan köşe başlarında öpüşürler. Her bir rezaleti yaparlar. Ar namus mu kaldı.’” (s. 48) Neredeydi acaba, yazıda kaç tane yerin adı geçiyor da bugün hiçbirine rastlanmıyor. Filmler çekiliyor yine, eski ahşap binalar yıkılasıya kullanılıyor, yaşlılar maziyi birebir yaşadıklarını söylüyorlar. “Baki Tamer, köşkün kapısı önünde oturmuş bir şeyler okuyor. Çevrilen filmin senaryosunu mu? Omuzunda rengi atmış bir ceket. Kasketini gözlerinin önüne düşürmüş.” (s. 49)

İz bırakmış iki insanlar bitireyim, Kadıköy-Sirkeci vapurunda Durbaş’ın defalarca gördüğü şiirci canlı tarih. Destan yazıcısı aslında, geleneği sürdürüyor, dolayısıyla şiir kitabı değil de şiir satıyor Muharrem Coşkun. Manisa Kırkağaç’taki evi barkı satıp gezmeye başlamış, en son İstanbul’da durmuş. Şiirden geçinen nadir insanlardan, kimi günler iyi para kazanırmış da şehrin şiire ihtiyaç duymadığı günler soluk renkleri görürmüş, kazanamaması ayrı. İlham onun için sorun değil, her an yaratabiliyor, ısmarlama şiir yazdığı var. En sevdiği şairler Namık Kemal, Karacaoğlan ve Yunus Emre. “Şimdi kim anımsar Halk Şairi Ürgüplü Mustafa Duran’ı? ‘Askerden İzinli Geldiği Gece Karısı ve Kardeşi Tarafından Öldürülen Askerin Acı Hatırası’nı yazan Mustafa Duran’ı? Yıl 1970 ya da daha önceleri. Elinde sazıyla dolaşan halk şairleri. O zamanlar şiirler 250 kuruş, bilemedin beş lira.” (s. 53) Bir zamanların rengi. “Çocukların Çocuk Parkı” güzel insan Cengiz Bektaş’ın Kuzguncuk’u güzelleştirme çabalarıyla dolu, Bektaş mahalle için yaptıklarını kendi metinlerinden birinde anlatırken Durbaş’ın bu yazısını da anarak teşekkür ediyor. Şöyle ki çocuklar sokakta, ellerinde boyalar var, duvarları bezemelerle bir güzel dolduruyorlar. 1986, eskinin insanları hâlâ hatırlanıyor, özellikle gayrimüslimler. Güngör Dilmen oralarda oturuyormuş, daha da pek çok sanatçının evi var. Bektaş’ınki en güzelidir, çok uğraşmış çünkü. Evin tabanı 26 metrekare, insanlar o kadar küçük yerde nasıl yaşayacağını merak etmişler, sonra bakmışlar ki cennete çevirmiş evi Bektaş. Mahalleyi de. “‘Her sabah caminin imamı bizim kapının önünden geçiyor. Pencereden bakıyor, ben sabahlara kadar çalışıyorum. Bir gün geldi, ‘Cengiz Bey’ dedi, ‘caminin avlusuna bir oturma yeri yapmak istiyoruz, yardım eder misiniz?’ ‘Siz kumunu, çakılını alın, birlikte yaparız’ dedim. Ve onlar gerekli malzemeyi aldılar, elbirliğiyle cami avlusunu onardık.’” (s. 58)

Daha da neler, ilgilisi kaçırmasın.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!