Başlangıç noktası kesin, belli bir caddede belli bir otel, Wayland Manor, anlatıcı Nisan ayında oraya vardığında resepsiyonist çıkarıp veriyor mektubu, Judith’ten, New York’ta olduğunu söylüyor Judith, anlatıcı peşini bıraksa iyi olacak, bulunmak istemeyeni neden aramalı, Amerikan bombardımanından zar zor kaçırılıp saklanan çocuğun o âna erişini parça parça görürken arayışın kendisi yine anlam kazanmayacak, eski sevgilinin, eşin, neyinse neyin, ABD’ye anlatıcının peşinden geldiğini nereden çıkarmalıyız, arka kapak nereden çıkarmış, Providence’ta gezinen anlatıcı seyahat çeklerini nakde çevirirken veya tam tersini yaparken soyup soğana çevrildiğini öfkeyle anmayınca Judith’in suçu köşelerinden kurtuluyor, eyaletten eyalete gezinirken Judith’e iyice yaklaşan anlatıcıyı sokak serserileri soyarken, küçücük bıçağı karnında hissederken anlatıcı, az ötesinden geçen askerlere seslenmemesinde ve ayaküstü tartaklanmasında ortaya çıkmayan duygu köşelenmiyor haliyle, anlatıcı kavramlarla düşündüğünü, yaşadığını söylüyor, belli bir kalıba oturtamadığı yaşantı etrafından akıp gidiyor, çocukluğundan beri ilk kez kendi kendine konuşmaya başlıyor küvetin kenarına oturduğunda, bir çocuğun yüksek sesle konuşmasında nasıl bir heyecan varsa öyle, kendi kafasını nasıl yumruklarsa öyle bir yumruk, anlatıcı yaşamına sayısız paralel çiziyor da uçları bir türlü bağlayıp da hikâyesini oluşturmuyorsa seyri takip edeceğiz ki epigrafın imlediği eylem tam olarak budur, bir şeyin aranmayıp bulunuşunun anlamını, annesi başta olmak üzere anlatıcının hayatındaki insanların olur olmaz yerlerde karşısına çıkmasını diyelim, sırf bir eylemler yığını olarak görmek aralara sıkıştırılmış anlamı da örtecek neredeyse, ben-anlatıcının ortaya çıkması için bir nevi duygu ortaklığından bahsediliyor metnin bir yerinde, anlatıcının yatılı okul yıllarında edindiği disiplin yüzünden kaybettiği, neyi, parçaları iliştirme yeteneği metnin başka bir yerinde, bitmek bilmez devinimin üç beş yere dikilmiş kökünden bir roman.
Depresyon yüzünden intihar etmemişse anne çaprazlama yürüyor yolda, düzlük onun yaşamında mevcut muydu, kardeşi Georgie’yi uzun zamandan sonra arayıp bulduğunda anlatıcının kardeşinin yanına gitmemesinin sebebi dışkılamaya şahit olması mıydı, kardeşi fabrikada çalışırken çalılıklara gidip sıçtı da bokun renginden mi ürktü anlatıcı, Claire ve çocuğuyla birlikte yanlarında kaldığı çiftin renklerle ilgili söylediklerinden biraz ipucu kazıyabiliriz, örneğin ressam adam film afişleri yaparken kullandığı renklerle ilgili açıklamalar yaparken, sanatını anlattı da boku estetik açıdan değerlendirdi anlatıcı, izlediği filmlerde bok yoktu ama John Ford’u iyi biliyordu, tanışıklığı vardı, hikâyenin sonunda aynı masaya bile oturdu zira kendisi de önemli bir yazardı, gittiği oyunun dramaturguyla konuşurken piyasada bok yoktu ama her şey gibi o konuşma da boka bağlanabilirdi, birinin konuşmasından kendine hiçbir şey çıkarmayan anlatıcı için o bok merkezi olabilirdi yaşamının, nesne olarak bok, hareket edemiyor, daha doğrusu sınırları kadar var olabiliyor, tıpkı anlatıcının daha fazla yazamadığı karakterleri gibi, bir kere belli bir duyguya karşılık geldi mi gelişimi duran, taş gibi oradan oraya götürülen, koyulan karakterler, öznelik potansiyelini yitiren karakterler, uyaran zenginliğiyle aklı karışan karakterler, vitrinlerde yansımasını bedenini kuşatan yekpare çizgi halinde gören karakterler, F. Scott Fitzgerald’ın karakterlerine benzeyen karakterler ve zor metin elbet, metnin zorluğu her neyse, zor anlatı demek daha doğru olacak, hikâyesi ivmelenmeyince, kalın bir sisin içine giren insanın tedirginliğini taşıyınca, anlatıcı kendini öylesi yarınca bilincinden, kendine düşkünlüğün sınırı olmayınca zor, Janis Joplin’in plağı dönünce zaman konusunda bir fikrimiz oluyor, Henry Fonda’nın gençlik zamanında çektiği filmlerin izlenmesi de bir şeyler gösteriyor ama otuz yaşındaki anlatıcının patolojisi hakkında pek bir şey söylemiyor hiçbiri, adamın müzik kutusuna para atıp hiçbir düğmeye basmaması, hikâyelerini dinlediği insanları posaları çıkmış gibi görmesi, “abartılı zaman algısı” dediği yoğunlaşmanın etkisinden bir türlü kurtulamayarak her ânını bir şerh işine çevirmesi, anları çoğaltmaya meyli: “Zar atarken çok tuhaf bir şey oldu: o anda belli bir sayıya ihtiyacım vardı, zarları fincandan masaya döktüğüm anda bir tanesi dışında zarların hepsi aynı anda durdu; fakat o durmayan bir zar, bardakların arasında dönmeye devam ederken ihtiyacım olan sayının, ta ki bana lazım olmayan sayı yukarı gelecek şekilde durana kadar bu zarın üstünde bir an belirip kaybolduğunu gördüm. Ancak doğru sayının bu kısa belirişinin bıraktığı izlenim öyle kuvvetliydi ki bir an için bana gereken sayının gerçekten de geldiği hissine kapıldım, ama o anda değil, aksine BAŞKA BİR ZAMANDA.” (s. 23) Başka zamanların tanımları, olasılık faktörünün anlatıya oradan buradan sızması, anlatıcının jilet üzerindeki cambazlığı, Gottfried Keller’in Yeşil Heinrich‘iyle seyir ortaklığı da mümkün, birinde karakter yaşam etiğini oluştururken diğerindeki karakter yaşam etiği oluşturuyor, ikisinin uyup uymamasına değil de iki etiğin de aynı anda var olabileceğine bakmalı, varlık en önemlisi çünkü var olmadan hiçbir şey olmayacağını biliyor anlatıcı, varsa dünya var, dünya o var olsun diye var, dünya onunla var.
Karısı, hayır, gelip fotoğraf makinesini almamış, paranın geri kalanını almamış, haber de bırakmıyor anlatıcıya, ne zaman anlatıcıyı takip etmeye başladığı açıktır ama hikâyenin kırılan kilitlerinden birinde bulmalı, örneğin yazdıkları oyunlara mutlaka dönüştüyse karakterlerini canlı kılmayı nasıl başardı, Judith’i bir karakter olarak mı biçimlendirmeye çalıştı da kadın kaçtı en sonunda, bunlar anlatıcının takıntılarından çıkar ama çıkmaz, çıkmaması için elinden geleni yapar anlatıcı, hemen bir başka olayı anlatmaya başlar bağdaşıklık gözetmeden, bir adamın balık tutuşundaki sabitliğiyle kendi yürüyüşününkini denkler, rüyalarında en büyük korkularıyla yüzleşmese de tuhaflığı nasıl değerlendireceğini bilemediği için hikâyesinin bir parçası haline getirir, çalan bir telefonun havada bıraktığı ritmik boşlukları düşünce kırıntılarıyla doldururken çalan zili boğucu, bozucu darbeler olarak hisseder, hassas bilinç çünkü, Tarzan filmi izlerken bile: “Büyük bir gümbürtüyle yere çakıldı, hayır, duman yoktu, aksine alacakaranlık araziden fokurdayarak hava kabarcıkları çıkmaya başladı, bense uçağın düştüğü bu yerin bir göl olduğunu ancak sonradan, filmin ilgili bölümü oynamaya başladığında yeniden tanıdım, şimdi, dişlerinin arasında bir bıçak tutan Tarzan ile zaman içinde serpilip bir delikanlı olan kayıp çocuk, ağızlarından uzun aralıklarla hava kabarcıkları çıkararak ve hayallere dalmış gibi ağır ağır attıkları kulaçlarla oradan oraya yüzüyorlardı, bu arada izlerken güçlenen hafıza süreci, uçağın çarpmasından hemen sonra, iki yüzücünün nefes baloncuklarının daha sonra suyun derinliklerinden yükseldiği aynı ritimle sabit bir hafıza imgesi olma yolunda gizemli bir önseziyle hareket etmişti bile.” (s. 34) Bu tür imgeler yüzünden yaşadığını hissedemez anlatıcı, her şey bir şeyin imgesi olmaya müsaittir, anlatıcı bir şeyi bir şeye evirmeye daha da müsaittir, kadının birini kahve içmeye çağırıp hiçbir şey konuşmayarak filmden bir sahneyi canlandırabilir, Claire’la ABD’nin derinliklerinde kayboldukları zaman, ara sıra ansızın içine girdiğini söylediği kadını yine ansızın terk eder, gerçi terk değildir, gideceğini söyler ve hiçbir tepki görmez de koca dünyayı nasıl öyle biçimleyebilmiştir, en büyük hayret buradan, çocuğun adını öğrenmeye çalışmaması veya öğrenmişse de hiç söylememesi, küçük hayret, metin boyunca bir dünyası, anlatıcının koca bir düşünce yığınından ibaret olması ama bu düşüncelerin ya derinliklerine dair görece bulanık imajlar taşıması ya da tamamen duygusuz, doğrudan aktarılan dış dünyayı biçimleyecek bir araçtan öteye gitmemesi, ikili tuhaflık, muazzam roman.
Cevap yaz