Ackroyd kıyıda köşede bulduğu karakterlerini sahneye sırayla çıkarıyor da kuruyor hikâyeyi. Bazı karakterler yaşamı paylaşacak kadar yakın birbirine, bazıları Londra’nın puslu, tehlikeli, adeta Sultanbeyli etkisi yaratan sokaklarında bir kezcik karşılaşacak kadar uzak. Genelde başladığım metni yekten okurum da bir buçuk yıl önceki teşebbüsüm yarıda kalmıştı, ilk üç bölümü okuduktan sonra nedenini hatırladım: Ackroyd yığıyor insanlarını, yavaş yavaş ortaya çıkaracak alan olmayınca her bölümde üçer beşer beliriyorlar. Benim kafa o zamanlar bunu kaldıramamış, şimdi kaldırdı. Dickens’tan bir şey okuyalı da yirmi yıl oldu belki, Ackroyd hikâyeyi Dickens’ın bir metniyle ilgili kıldığı için bu yığmacanın ne ölçüde aparma, saygı duruşu olduğunu bilemiyorum, bir ölçüdedir. Londra’ysa bildiğimiz gibi, yine hüzünlü hikâyelerin sahnesi. “Öykünün bundan önceki bölümü” adlı kısımda Dickens’ın Little Dorrit nam romanının ilk bölümü özetleniyor, Ackroyd’un anlatısıyla doğrudan uyuşan bir yanı yok ama yarım akıllı bir kız olan tek arkadaşını geride, hapishanede bırakan Dorrit aslında bu anlatıya da bırakmış olabilir arkadaşını, sokaklarda ve hapishanede bir yarım akıllı kız var çünkü, kurgudaki kıymeti ayrıca anlaşılacak. Eh, ilk bölüm romanın tamamı değildir ama yeterince geniştir, bu anlatıya temel oluşturacak kadar. Sinemaya da uyarlanabilir ayrıca, Spenser Spender öyle düşünüyor. Bir romanın sadece ilk bölümünü uyarlamak ne kadar akıllıca, Spender bunun iyi bir fikir olduğunu düşünmekten öteye gitmiyor, sorgulamıyor, sanat aşkını diri tutmak için hemen işe girişip Laetitia’yla ilişkisinde bir hayalete dönüşüyor iyice. Bedelini ödeyecek, yalnızlığını ve Laetitia’yı evliliğinden uzaklaştıran sebepleri sağlam tahlillerin sonucunda göreceğiz. Ackroyd’un ilk romanı ama yazar kafasında başka romanlar yazmış, karakterleri iyice çözümlemişçesine mahir. Olay akışı incelikle bölünüyor, serbest dolaylı anlatıcı durumun biricikliğini uzatmadan anlatıyor, sonra eski konumuna dönüp olay ağırlıklı hikâyeyi sürdürüyor. Sırayla geliyorlar, uyayım: Küçük Arthur’un bedensel gelişimi sekiz yaşındayken durmuş, bu yüzden küçük. Çayı kaynatırken bakışları yukarı kayıyor, dolaba astığı fotoğraftaki kıza günaydın diyor, kız cevap vermiyor ama verse şaşırmazdık çünkü Arthur’un kafasında işler pek yolunda gitmiyor. İşlettiği küçük atari salonuna gidiyor, bir kenara atılmış mektubu görüyor Arthur, yönetim kira sözleşmesini iptal edeceklerini söylüyor çünkü atari salonu nedir, çağa ayak uydurmayan kiracı orada kalamaz. Gerilim yaşanacağını söylüyor ki haklı, ilerleyen bölümlerde Arthur’un kafayı iyice kırdığını ve hapse düştüğünü göreceğiz. Her karakter anlatının ilerleyen bölümlerine dair bir ipucuyla çıkıyor ortaya, ilginç: Aud ve Tim yirmili yaşlarının başında, sevimli şapşallıklarıyla sempatik karakterler, birbirlerine ara ara takılarak yürütüyorlar ilişkilerini. Aud bir santralde çalışıyor, iş arkadaşı Margery’nin söylediğine göre yakınlarda bir hapishane varmış eskiden. Dickens’ın romanındaki hapishane olduğunu henüz bilmiyoruz. Tim o sırada televizyondaki bir diziyi izliyor, yangın sahnesinin gerçek olup olmadığını ayırt edemeyecek kadar şaşkın. Irmak kıyısındaki yapılar yanıyor, iskeleler de tutuşabilir, bu detayları hikâyenin sonundaki yangınla birleştirmek gerekecek. İlk okumada fark edilmeyenler ikinci okumada hemen yerleşiyor yerine, boşluklar doluyor, güzel. Çiftimiz Arthur’un mekanında oyun oynamayı seviyor ama o gün gerilimin ilk aşaması başlıyor, Arthur bizimkileri dükkândan kovmadan önce bütün makineleri kapatacağını söylüyor. O gece sevişmiyorlar, Aud düşünde babasının bütün parasını harcadığını görüyor, başlarına korkunç şeyler gelecek. Matrak, Aud’un gördüğü sırf bir düş değil, hapishanenin yerini sorması manidar, zaten bir süre sonra Margery’yle birlikte gittiği medyumda içine Dorrit kaçacak biraz, ayılıp bayılacak, deli damgasını iş yerindeki bir makineyi patlattığı zaman yiyecek. Aud’un kayışı koparmasına çok üzülen Tim’in elinden bir şey gelmeyecek ne yazık ki, onun başına da ayrı çoraplar örülüyor çünkü. Saftirikliği çok iyi anlatılmış Tim’in, dönüp dönüp okurum. Yeni tanıştığı insanlardan medet umması, ikili ilişkilerdeki mesafeyi bir türlü ayarlayamaması, iyilik ummaktan başka bir şey düşünemeyip denk geldiği kötülüğü doğru yorumlayamaması, bir sürü ince ayar, çok başarılı. Spender yönetmen işte, aklına bir cümle takılıyor da nerede okuduğunu hatırlayamıyor cümleyi, aydınlandığı an film fikri de aklına düşüveriyor, hatta çekimi yapacağı mekanları belirliyor, bütçe için görüşeceği insanlar, her şey tamam. Laetitia tamam değil, beş yıldır evliler ama tutku, aşk bitmiş artık, anısı kalmış ve kadın daha fazlasını istiyor, hak ediyor çünkü. Mankenlik yaparken hissettiği ilgiyi de istiyor biraz, zıpır Andrew’nun cazibesine karşı koyamayınca Spender’a boşanmak istediğini söyleyip taşınıyor hemen, sevgilisiyle süper seksler çeviriyor ama sırf seks yetmiyor, Andrew’nun nanay herifin teki olduğu ortaya çıkınca intihara teşebbüs ediyor Laetitia, çekimlere çoktan başlayan Spender’ın değerli zamanını çalıyor. Belki de adamın zamanına değer katıyor, hastanede geçirdikleri zaman yakınlaşmalarını sağlıyor, Spender’a o kadarı da yeter. Laetitia’nın yetinip yetinmemesiyle ilgili bir durum, bir sonraki aşka kadar güvenli limanda kalacak. Yangın çıkana kadar ya da.
Rowan Phillips hikâyenin ağırlığını Spender’ın yüklendiği kadar yükleniyor, iki kanattan iki aileyi etkiliyor. Kendisi okutman, Dickens’a hastalık derecesinde düşkün, ses getiren bir kurmaca eseri var ayrıca. Tim’den hoşlanması bir, Spender’a senaryo yazması iki. Tek gecelik ilişki listesine Tim’i sadece “üfürmeyle” ekleyerek devamını bekliyor ama Tim’in bir nevi yakınlık kurmaktan başka amacı yok, Phillips’in biseksüelliğe dair açıklamasını kendine uyduramıyor da, Tim neçe bir karakter? Maron’un bir metninde vardı böyle bir karakter, kum torbasına dönüşmek istemediğini söylüyordu da iyiliklerinin kötülükle mukabele görmesinden bıkıp intihar ediyordu en sonunda, Tim intihar etmiyor ama mutsuzluğu kum torbası olduğunu fark ettirecek kadar şiddetli. Phillips’in entelektüel birikiminin zerresi yok onda, sadece çekici, Tim’in laneti bu. Aud’u da kaybediyor yavaş yavaş, medyum ziyaretinden sonra hayatı tepetaklak olan kadının çıkıntılıklarına katlanmak zorunda kalacak. Aud tam baş belası yahu, film çekimleri sırasında oyuncuları tartaklayacak, sonra seti Londra’nın serserilerine yaktıracak bir güzel, Kızılderili dansı yapmadığı kalacak bir. Ne çabaydı oysa, Spender önce kem küm eden kodamanlarla görüşmüştü, sonra devletin ilgili kurumundaki gevezeye katlanıp gerekli desteği aldıktan sonra heyecanla başlamıştı işine. Hapishane tamam, diğer set tamam, çekimler kazasız belasız sürerken bir lamba düşüyor, teli set işçilerinden birinin yüzünü yaralıyor, grevler mrevler derken gevezenin uyarısıyla durma noktasına geliyor iş. Yangın çıkmadan önce Phillips’le konuşuyor Spender, senaryo değişecek, geveze hapishane sahnelerini yasaklamış. Seks maceralarından başka bir numarasını görmediğimiz Phillips’in bir anda ışıkları üzerine çekip öğretmenliğe soyunmasını garipsemeli miyiz, belki de okutmanlığını bildiğimiz ve kendisine okul ortamında hiç denk gelmediğimiz için tiradının makullük sınırını aşmadığını düşünebiliriz zira öğretmenlik taslayabileceği biri var karşısında. Olur. Dediği şudur: “‘Yanılsama olabilir, en azından benim açımdan bir yanılsama. Dickens’ı alıp paketleyip yirminci yüzyıla getirebileceğimizi sandık. Onunla aynı dünyada yaşamıyoruz. Aynı kentte bile yaşamıyoruz.’” (s. 162) Alevler etrafı sardığında Spender’ın yardımına gitmeyecektir Phillips, girişiminin yanlışlığını bir kez düşündükten sonra sinema uyarlamasının hata olduğunu düşündü muhtemelen. Londra önceki yüzyılda olduğu gibi kalmalı, canlandırılmamalı. Dickens’a ve genel olarak sanata dair birtakım çıkarımlar var, kurguyu esnetmiyor, karakterler o kadar da lügat paralasınlar.
Başarılı bir ilk roman bu. Tavsiye!
Cevap yaz