Zihin boşluğu sevmez, gördüğü yerde dolduruverir. Nörolojinin sunduğu çok sayıda örnek var, yüzleri tanıyamayan insanlar bu rahatsızlıklarından bahsedildiğinde makul bir gerekçe sunup sağlıklı olduklarını iddia ediyorlar. Beynin iki kısmını birbirine bağlayan bölüm hasar almışsa lobların birbirinden haberi olmayabiliyor, bilincin ikiye bölünmesi durumunda sorumlu olduğu eylemden haberi olmayan beynin eyleme dair uydurduğu gerekçeler çok ilginç. Başta anlaşılır gibi değil, kolumu kaldırdığımdan nasıl haberim olmaz? Vakaların yok, az önce tuttukları bardağı bir başkasının tuttuğunu söylüyorlar, kol kendilerinin değilmiş gibi. Bu da var, yabancı el sendromunun ileri aşamalarında bacaklarını kestirmek için Uzak Doğu’ya giden insanlar sürecin sonunda rahatlamış olarak dönüyorlar, kendilerine ait olmayan organlarından kurtulmuşlar gibi. Bu bilişsel anomalileri yaşamın eksiltilerinde buluyorum, gerçekliğin kusurunda. Her şeyin olağanlığı huzur verici, her şey oluyor ama tamamlanmamış şeylerin çoğunu dolduruyoruz. Doğanın boşlukları sevmediğine dair beylik lafın doğruluğu bir yana, dolgunun yerine gıcırtılarla yerleşmesi kıymık gibi batıyor zihne. Kurmaca bu boşluğun en doğal halini sunmaya çalışıyor, anlamı ortaya çıkarmak için gerçeğe benzemeye de çalışıyor bir yandan, üretildiğini unutursak. Kusurun tesellisi gibi bir şey. Yetmeyebilir, boşluklar yerli yerinde. Dolgularla anlam eksik, olay örgüsü yavan, yaşamı alımlamak kötü bir metni okumanın uyandırdığıyla bir. Bir filmde inandırıcılığın abartıldığı söyleniyor, kurmacayı yamalı gerçeğe yaklaştırmak niye? Yaşamın en yakın benzeri yaşamdan daha kötü, derli toplu anlatılar o kıymığın acısını uyandırıyor, o halde eksikliğe övgü. Ishiguro’nun Avunamayanlar‘ı, Paul Bowles’un metinleri, Kâğıt İnsanlar, bir de Modiano. Eleştirilere baktım biraz, olayların bir yere bağlanmadığı söyleniyor, bağlanmaz. Karakterlerin gizemli hallerinin nedeni sorgulanıyor, sorgulanır. Paris’i bilmeyen okurların sayılan dökülen onca mekânı bilmedikleri söyleniyor, bilinmez. Hepi topu bunlardır zaten, Modiano bütün dolguları çıkarır, bilişin saf gerçeğini anlatır. “Bugün bir yaşamın dağınık parçalarını bir araya getirmeye çalışırken, o gidiş gelişleri daha iyi anlıyorum.” (s. 51) Bağlamı anmadan da makul, Jean her şeyi en az on yıl sonra bir araya getirmeye çalışırken geçmişinin en travmatik zamanlarından birinin bütün detaylarını günceline, metne getiriyor, daha da önemlisi boşlukları hatırlıyor, baştan kurmuyor. Olayların unutulup duyguların hatırlandığı söylenir, Jean her şeyi hatırlıyor, anlam veremediği olayları irdelemiyor ki biraz üzerinde dursa belki bütün gizem ortadan kalkacak, oradan buradan çıkardıklarıyla hikâyeyi tamamlayacak ama böyle yapsa anlatacağı bir hikâye kalacak mı elinde? Kimliğine sımsıkı sarılı, kimliği kalır mıydı? Kimliğimize psikozlarımız dahilse, kurmaca da yaşamın kırıntısıysa -bence tam tersi ama meyil bu- parçalı, uydurukçu, yaratıcı zihin her şeyi birbirine karıştırır. Knausgaard’un Monokl’dan yeni çıkan bir metni var, yazarlık serüveni, dış dünyanın iç dünyadan ayrımı bahsinde Aristotelesçi fiziğin uzantılarını değerlendiriyor Knausgaard, Robert M. Pirsig’i biliyorsa görüşleri yakın: “Kültür öyle bir alandır ki, dünya onda dünyaya dâhil olanların hemfikir oldukları biçimlerde görülür. (…) Dış dünyanın böyle bölümlenmesi bizlere çok normal göründüğü için onu gerçekliği görme ve ele alma yöntemlerimiz veya dünyanın görünüşüne ilişkin kavramsal bir çerçeve olarak değil de gerçekliğin kendisi diye değerlendiririz.” (s. 74) Bu belirlenimcilik üzerine kurulu anlatılar boşluksuzdur, uydurma olsa da uydurmalığını unutturur, yaşamın kusursuz kopyasıdır. Başa dönüp bitireceğim, yaşam kusurdur. Boşluk bir kusursa tabii.
Modiano koca bir boşluğu dolduruyor, zemin kaygan, yıllar sonra geçmişi eksik gedik kurmaya çalışan anlatıcının ansızın başlayıp yine ansızın sona eren serüvenini merakla izliyoruz ve anlatı zamanıyla anlatının zamanı iki farklı bilinmeyen yaratabilir diye dikkatle takip ediyoruz. “Gençken, ileride önem kazanacak bazı ayrıntılar göz ardı ediliyor.” (s. 38) Jean ne kadarını hatırlıyor? Doldurulamayan pek çok ayrıntı çıkıyor ortaya, bazılarına değineceğim. Jean on sekiz yaşında, sorguya çekiliyor. Adamla kadını tanımıyor, sorulara dürüstlükle cevap vermediğini görüyoruz, gizemi en başta kendisi yaratıyor. Adına bir ajandada rastlandığı söyleniyor, ajandanın kime ait olduğunu da öğrenemeyeceğiz. Sorgu bittikten sonra Jean çıkıyor, kız giriyor, sonradan öğrendiğimize göre kız şahit olarak dinlenecek. Neyin şahidi? Jean kızı bekliyor, birlikte çıkıyorlar ve Jean’ın evine gidiyorlar. Babasının bir arkadaşıyla yaşıyor Jean, annesi üç yıl önce hayatını kaybetmiş, babası da borçlarından ötürü İsviçre’ye kaçmış. İkisini de yer yer anıyor, birlikte çıktıkları gezintilere değiniyor ama detaylandırmıyor pek, anlattığı diğer her şeyde olduğu gibi. Babasından kalan antika satranç takımlarını satıp iyi para kazanıyor, satın alan adamın Roma’da ayarladığı kitapçı işini de kabul ediyor, kısa süre sonra Paris’ten ayrılacak. Kız da gelir mi? Teklif edecek, birlikte gitmeye karar verecekler ama öncesinde kızın yol açtığı tuhaf olaylar var yaşanacak. Kız takip edildiğini hissediyor, şahitlikten sonra peşine birileri takılmış olabilir. Kısa süre önce ayrıldığı evden bavulunu alması lazım, birlikte gidip bir kafeye oturuyorlar, kız iki adamı Jean’la tanıştırıyor. Kızın adının Gisèle olduğunu öğreniyoruz, tabii adamlara doğru söylediyse. Jean konuşma sırasında yalan söyler, kızın ve adamların da yalan söylemeleri mümkün, dolayısıyla hiçbir şeyden emin değiliz, sadece Paris’in sokakları ve eylemler kesin. Jean bu uçuculuğun farkında, kızı elinde tutamayacağını hissetmesine rağmen onunla birlikte olmak için elinden geleni yapacak, karanlık işlere bulaşmak dahil. Adamlardan biri basit bir iş için iyi bir para teklif edecek, sahibi olduğu mekâna gelen bir adama dışarıda beklendiğini söylemek yeterli. Mesajın verileceği adam yanındaki kadınlarla birlikte eğlenirken Jean’la Gisèle ürkerek yanaşacaklar, Jean adama eğilerek beklendiğini söyleyecek, adam tedirgin olacak, dışarı çıktığında iki adamın arabasına binip bir yere götürülecek. Kadınlar bir şey sormasınlar diye uzaklaşan çift de tedirgin, kötü bir şey yapabilir adamlar. Ertesi gün Jean gazeteleri tarayacak, bir şey bulamayınca rahatlayacak, üstelik yolculuğa da az kalmış. Arada Gisèle’in evlenip eşini terk ettiğini, eşin huzursuzluk çıkardığını ve Gisèle’in nihayetinde adamı polise şikayet ettiğini öğreneceğiz, Gisèle’in bir sirkte adamla birlikte çalıştığı bilgisi sonlara doğru verilecek. Gisèle sirk işte, Mario Levi’nin Lunapark Kapandı‘sı adını buradan alıyor olabilir, ikisinde de mevzu aynı. Her neyse, çifti sorgulayan adam karşılarına çıktığında Gisèle yalvarıyor, Roma’ya gitmelerini bu adamın engelleyebileceğini söylüyor ama Jean biraz da neler olup bittiğini öğrenmek için konuşmaya razı oluyor. Şaşırtıcı bir şey yok, adam Gisèle’in tehlikeli biri olduğunu söylüyor, kızın aslında ne işle meşgul olduğunu, yaşamına dair bazı önemli bilgileri veriyor. Değişen bir şey yok, Jean hâlâ kızla birlikte olmak istiyor ama yaşam yine saçmalığını gösteriyor, son ayrılıkları geçiciyken kalıcı hale geliyor. On yıl sonrası demiştim, zamanın ileri sarıldığı bir bölümde on yıl önce gittiği bir mekâna tekrar gidiyor Jean, kızı ve adamları soruyor, geçmişte dili mühürlü adam bu kez az da olsa dökülüyor ve Gisèle’i soruyor. Gözyaşlarını görünce anlıyor, zaten uçarı bir kızdı. Anlatının tamamına kıyasla son nokta hatta.
Sayısız olay, anı anlatıyla bütün değil, kişisel uçlar, elbiseden fırlamış iplik parçaları gibi duruyorlar. Jean yaşamını düşünürken aklına gelenleri sıralıyor, geçmişten aldığı bir ölçeklik eminliğini kendi zamanında da bulmak istediği için belki. Nafile.
Bu metinle birlikte Modiano “benim yazarım” diyeceğim üç beş yazardan biri. Bana göre müthiş, sevmeyeni de sevmez. Anlanır bir şey.
Cevap yaz