Özcan Karabulut – Aşkın Halleri

Karabulut kalbin kaç bin parçaya bölünebileceğini gösterirken aşktan ne anladığımızı, ne anlamamız gerektiğini ve anlarken neyin aşk olup olmadığını anlayıp anlamadığımızı gösteren öyküleriyle aşkın neliğini ne yapıyor, gösteriyor ve anlatıyor. Daha çok anlatıyor, aşkın beş yüz üç bin tanımını, şeklini, halini açıklatıyor karakterlerine. Karakterler tam olarak ne yaşadıklarını biliyorlar, böylece kesinlikle âşık olduklarını anlıyoruz. Kişiyi hacamat ediyorsa aşktır, karakterler kendilerinin aşk doktorlarıdır, öylesi bir aşk şerhi vardır öykülerde. Mesela Mario Levi de yapar bunu ama onunki başka türlüdür, aşk yaşayan karakterine bir laf söyletir, anlatıcı -serbest dolaylı ya, koşarak anlatıcının zihnine bürünür- yüz beş paragraf boyunca söylenen şeyi açıklar, sonra karakterin muhatabına bir laf söyletir, haydi, oradan da üç yüz iki paragraf, öyle öyle devasa roman ettiği vardır. Bu öykülerin çoğunda kahramanın anlatıcılığında ilerliyoruz, epigraflardaki alıntılardan aşka dair manalar çıkarıp öyküye katıyoruz, “Rojda”da mesela. Calvino insanın gittiği yere kadar gittiğini söylemiş aşkta, sınırların olmadığını, haliyle böyle deli dolu bir şey bekliyor bizi. Sanıyorum. Anlatıcı dinliyor, karşısında genç bir kadın var, üniversitedeki hocalarından, derslerinden bahsediyor. Sanat etkinliklerinde karşılaşıyorlar daha çok, Rojda büyüklerin dünyasını tanımak istiyor, anlatıcı ağabey gibi davranarak küçük kardeşini ortamlarda tanıtırmışçasına. Rojda’nın annesi hep yanında, kızını kart horozlardan korumaya çalışıyor ki anlatıcı ellisine gelmiş horozlardan biri. Nadiren rastlanan bir hayat yaşıyor adam, izah ediyor: “Kimi zaman yaşı yaşıma, dünyası dünyama yakın kadınlarla oluyor, genellikle aşktan uzak birliktelikler yaşıyordum. İki yorgun insan birbirine arkadaş, anlayışlı birer eş, geçinip sevişip gidiyorduk. Ama galiba, insan yaşlandıkça genç kadınlara daha çok ihtiyaç duyuyor. Hele bir şeyler yazıp bir şeyler çiziyorsanız herkesten, her şeyden çok!” (s. 10) Hmm, vov. Belli bir gün, belli bir yakınlaşma, “Kürt kızı” abi gibi görmediğini sezdiriyor anlatıcıya, çocuklar gibi seviniyor adam. Heyecanını yitirdiği ilişkileri tekrar yaşayabileceğine inanıyor, rezalet çıksın istemiyor ama engel olamıyor duygularına. “Bir an Rojda’nın bana ağabey demediğini fark ediyorum. Yaşasın, Rojda adımla sesleniyor!” (s. 14) Olley be. Muhafız anneyle arkadaş bu adam, bir gün birlikte vakit geçiriyorlar, sonra kadının evine geldiklerinde Rojda da oturuyor, anlatıcı kolunu Rojda’nın omzuna atıyor, yakınlaşıyorlar iyice. Anne tepkisiz, anlatıcı küfür bekliyor, hakaret bekliyor, hiçbir şey yok. Kız gidince Rojda için “bizim çocuğumuz” diyor kadın, anlatıcının dünyasını başına yıkıyor. İçindeki çocuk ölsün o zaman, anlatıcı kendini katledip Rojda’yı küçük bir çocuk olarak yaşatmaya devam ediyor. Aşkın bu halinde gördüğümüz üzere sınırlar dan diye çizilebiliyor aslında, kişi kendinin farkına vardığı an noktayı koyabiliyor. Aşk mıydı bu o zaman, neydi, onu da okurun engin gönlüne bırakmak lazım. Ben şöyle bir baktım mesela kendime, benden yirmi yaş genç birine âşık olsaydım gider mandalina alırdım, sınırları çat diye çizerler diye de kimseyle konuşmazdım herhalde, korku filmi falan izleyip fabrika ayarlarıma dönerdim zira her korku filminde belli bir noktaya döndüğümü hissederim. İyi bir noktadır, ne kadar cüruf varsa atmış olurum orada. Kısacası altıpatların altısını birden patlatan enfes bir öyküdür bu, “Ayna Yazıları” gibi. Tıraş kremiyle aynaya yazılan yazının ötesi berisi, ilişkinin, evliliğin başıyla sonu. Ortalarında aynı sıkıcılık: haftada bir iki seks, işten güçten bıkkınlığı her gün evde yemek yaparak geçirmek, rutin geziler tozular, sonra bam, ayrılık. Adam başkasıyla görüşüyor muhtemelen, kadın iplerin nerede koptuğunu merak ediyor. Erkek her zaman poligamisttir zaten, ünlü bir antropolog öyle demiştir, haliyle genç kadınlara gidebilir erkek, şaşırtmaz. Kadın genç stajyerle yemeğe çıktığı için dünya vicdan azabı çekerken adam neler yapıyor acaba, on altı yıl boyunca kaç kadın oldu, oldu mu? Dövüşür gibi sevişiyormuş son aylarda, aşk gemisi aysberge çarpıp parçalanmış, meteor düşmüş de geride hiçbir şey kalmamış, üstelik Zuhal Olcay’ın “İhanet’i çalıyormuş radyoda mı neyse. Tam kafaya sıkmalık ortam var yani kadın için. “Gerçeği söylemek gerekirse, şimdi herkesin kendi kayıplarına katlanmasından, bir biçimde hayata katılmasından başka çare yok, ve unutma ki, hangi koşulda, kiminle ne yaşanırsa yaşansın, hiç kimse birbirini tam anlamıyla özgür bırakamaz. Hele iki kişiden biri benimsin diyor, öteki kaçıyorsa. Karı-kocalar ya da sevgililer, yakalarını bırakmayacağını bilseler, ah bir bilebilseler, mezarda bile, iki elin.” (s. 25) Özgür bıraktığını yazmış adam aynaya, aslında özgür kalmak isteyen kendisi ama savunma mekanizmasıdır, kişi kendini bir yansıtır, vallahi şaklabana döner muhatabı. Gaslighting korkunç bir şeydir, insanlar bu yüzden heder olurlar, suçun kendilerinde olduğunu düşünmekten amuda kalkmayı bile düşünürler zira dünyaya tersten bakınca şeylerin öyle olmadığını, böyle olduğunu görürüz, en azından ben görürüm ve ne zaman bu naneye uğrasam hemen ellerimin üzerinde dikilip düşünmeye başlarım, beynime kan gittiği için bazı şeyleri çözebildiğimi görürüm. Her şeyden sorumlu olmadığımı anlarım, insanların kendi kararlarını almaları gerektiğini düşünmeye başlarım, benim yerime karar alanlara öfkelenmem zira amuda kalkığım zaten, beynime hücum eden kan yüzünden öfke butonuma çoktan basılmıştır, kendime gelmeye çalışırım ama amuda kalkık haldeyken zordur bu, o yüzden bir sonraki öyküye geçelim. “Kont’un Köpekleri”. İçeride köpekler var, anlatıcının içinde tazılar dolanıyor, âşık olanlara musallat. Evet, mutluluk vardır, evet, kızgın kumlardan serin sulara koşmak güzeldir ama köpekler av ister, kan ister, ayrılık ister. Hayatının tüm deneyimlerinin toplamıyla seven kişi bütün hayallerini de katmış mıdır bu toplama, merak eder anlatıcı, o kadar derinden mi sevmektedir? Düşler neydi, arzular neydi, bir şeyler nerede kopup gitmeye başlamıştı, can sıkıntısı nereden geliyordu, yalnız kalma arzusu dinmeyecek miydi, anlatıcının gözleri kaçmasını söylüyordu ama muhatap kaçmıyor, aşkının yedi kat derinliklerinde dörtnala koşuyordu. Sonra gerçekten köpekler çıkıyordu piyasaya, serseriler, sokakları cangıl bellemiş yırtıcılar saldırıyorlardı, aşk ölüyordu, geriye hiçbir şey kalmıyordu. Böyle bir durumda cebimden hemen çıkarırım dörde katlanabilen çelik çubuğumu, tehlike arz eden ne varsa gelişine sallayıp kafasını kırmaya bakarım ama aşkı da gözetir, âşık olduğum kadına şiddete meylim olmadığını izah etmeye çalışırım. Kimse için kavgaya girmedim, hayatımda kavga etmişliğim de yoktur, muhtemelen cüssemden ötürü çekiniyor insanlar zira şöyle bir diklenip Kırşehir ağzıyla konuştuğumda çözülmeyen mesele olmadığını gördüm. Sonuçta çoklu kişilik bozukluğundan mustarip biriyle birlikte olan anlatıcının girdiği garip hallerin anlatıldığı öykü şiddetin pek bir şeyi çözmediğini gösterdiği için memnunum, hani birbirini öldürürcesine sevişmek nedir dense bu öyküyü gösteririm, kendimi göstermem zira birini öldürür gibi sevişmedim hiç, genellikle normal seviştim, anormal sevişmelerimde de düzeyi partnerimin ayarlamasına özen gösterdim zira hayvanlıkla suçlanmak istemem, çok utanırım. Bu öykülerde her türlü aşk olduğu için neyle karşılaşabileceğimi, yok, anlayamadım zira karakterin kendini laboratuvarda inceler gibi anlatması, anlatıcının bilim insanı yaklaşımıyla kurması öyküleri, klasik anlatıdan şaşmaması, lirizmin kaplıcalarında şöyle buharlar içinde iyice bir çimmesi, meh, memnun etmedi beni ama mevzu aşksa, bilirsiniz, insanın kulplu beygirlerden pek uzakta yaşamaması mühimdir.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!